30 Aralık 2017 Cumartesi

Âilede Seâdet Prensipleri

*Aile seâdeti, eşler arasında karşılıklı sevgi, saygı, hürmet ve anlayış esasına dayanır. Birbirlerine karşı olan vazifelerin bilinmesi ve yapılması şarttır.

*Erkek, evine her zaman güleryüzle ve selâm vererek girmelidir.

*Kadın da, akşamleyin yorgun bir şekilde işinden dönen kocasını, kapıda güleryüz ve tatlı bir edâ ile "hoş geldiniz!" diyerek karşılamalı, hal ve hatırını sorarak gönlünü almalıdır.

*Kadın, her sabah efendisini evinden uğurlarken de, yine güleryüz ve nezâketle kapıya kadar uğurlamalı ve hakkında hayır duâda bulunmalıdır.

*Kadın, sofrayı vaktinde, efendisinin arzu ettiği yemekleri hazırlayarak, güzel bir şekilde tanzim edip kurmalı ve yemeği aslâ geciktirmemelidir.

*Kadın, herşeyde becerikli, temiz, tertipli ve düzenli olmalı, kocasının karşısında da güzel giyimli ve görünümlü bulunmalıdır.

*Kadın, evini ve çocuklarını mahâretle idâre etmelidir.

*Kadın, kocasının akrabâ ve yakınlarına iyi davranmalı ve bu vesile ile kocasının sevgisini kazanmalıdır.

*Kadın, kocasının sırlarını gizlemeli ve başkalarına açmamalıdır.

*Kadın, kocasının sözünü dinlemeli, İslâm’a uygun her emrini yerine getirmeli ve ona aslâ itiraz ve muhâlefette bulunmamalıdır.

*Kadın, efendisine karşı hürmet, hizmet ve itâatte kusur etmemeli, erkek de hanımına karşı olan vazifelerinde dikkat ve itina göstermelidir.

*Kadın, kocasına başka kadınların güzelliklerinden ve özelliklerinden bahsetmemelidir. Nitekim hadîs-i şerîfde şöyle buyurulur:

"Hiç bir kadın, kocasına başka bir kadını tasvîr edip, özelliklerini anlatmasın!. Öyle ki, kocası sanki o kadını görüyormuş gibi olur.." (238)

*Erkek, Allâh’ın kendisine bir emaneti olan hanımına, daima güleryüz ve tatlı dille muâmelede bulunmalıdır.

*Erkek, hanımının kendisine ve yaptığı işlere çirkin dememeli ve yaptığı işleri beğenmemezlik etmemelidir.

*Erkek, hanımıyla güzel geçinmeli, sebepsiz ve basit meselelerden dolayı ona darılıp kızmamalı ve onu yalnız başına terketmemelidir.

*Erkek, hanımının meşrû olan arzu ve isteklerini titizlikle yerine getirmelidir.

*Her iki taraf, birbirlerinin sevinç ve üzüntülerini paylaşmalıdır.

*Yapacakları işleri birbirleriyle istişare ederek ve danışarak yapmalı, böylece âilede karşılıklı güven, ülfet ve muhabbet, birlik ve beraberlik sağlamaya çalışmalıdır.

*Ailede erkek ve kadın, birbirlerine karşı daima şefkat ve muhabbetle, hürmet ve itâatle, güleryüz ve tatlı dille davranmalıdırlar.

*Her iki taraf, kendi anne ve babalarına nasıl hürmet ve itâat ediyorlarsa, kayınpeder ve vâlidelerine de aynı şekilde hürmet, hizmet, itâat ve muhabbet etmelidirler. Onlara yaptıklarının aynısını, zamanla kendi damad ve gelinlerinden göreceklerini unutmamalıdırlar. Çünkü ne ektiysek onu biçeceğimiz muhakkaktır. Nitekim Peygamber (s.a.v.) Efendimiz:

"Ebeveyninize itâat ve ikrâm ediniz ki, evlâdlarınız da size ikrâm ve itâat etsin!" buyurmuşlardır. 

İMTİHAN DÜNYASI VE EBEDİ ALEM

SORU: "Üniversitede farklı ideolojileri savunan arkadaşlarla, aynı sıraları paylaşıyoruz. Fırsat buldukça siyasi meseleleri müzakere ediyoruz. Yaygın olan kanaat şudur: 'Teknolojinin gelişmesi dünyayı küçük bir köye çevirmiştir. Bu küçük köyün patronları, sanayileşmiş yedi ülkenin liderleridir. Bu ülkelerin hiçbirisi İslam ülkesi değildir. Japonya müstesna, diğer altı sanayileşmiş ülke Hıristiyandır. Müslümanlar, dünya hayatına değer vermedikleri için geri kalmışlardır.'(...) Yaygın olan bu kanaat doğru mudur? İslam Dini, dünya hayatına değer vermemiş midir? Peygamberimiz, 'Dünya hayatı kafirlerin, ahiret hayatı ise mü'minlerindir. Bu taksime razı olunuz' tavsiyesinde bulunmuş mudur?"

CEVAP: Maalesef, İslam topraklarında; "Dünyanın kafirlere, ahiretin ise mü'minlere ait olduğu" şeklindeki kanaat yaygındır. Bunun sonucu olarak, tembellik hastalığı yayılmıştır. Halbuki Resul-i Ekrem (sav)'in:" Dünya hayatınızı ma'mur ve ıslah ediniz. Yarın ölecekmiş gibi de ahiretiniz için hazırlık yapınız"(1) mealindeki tavsiyesi dikkate alınmış olsaydı, bu zaaf ortaya çıkmazdı. 

Şimdi, "dünyanın kafirlere, ahiretin ise mü'minlere ait olduğu" iddiasının dayandığı delili gözden geçirelim: Birgün, Resul-i Ekrem (sav) deri bir yastık ve hasır bir yatak üzerinde uyumuştur. Hz. Ömer (ra) bu manzarayı görür ve hasır yatağın Peygamber Efendimiz'in mübarek vücudunda iz bıraktığına şahit olur. Duygulanır ve ağlamaya başlar. Resul-i Ekrem (sav), Hz. Ömer'e (ra) niçin ağladığını sorar. 

Bunun üzerine Hz. Ömer (ra): "Kisra'nın ve Kayser'in ihtişamlı hayatına karşılık, sizin tercih ettiğiniz şu hayata ağlıyorum. Oysa sen, Allahu Teala (cc)'nın Peygamberisin" cevabını verir. Resul-i Ekrem (sav), Hz. Ömer'i (ra) teselli için: "Sen dünyanın onlara, ahiretin ise bize ait olmasına razı olmuyor musun?" buyurur. (2) Buradaki incelik şudur: Dünya hayatının süsü, ihtişamı ve debdebesi önemli değildir. 

Bunu, "dünyanın kafirlere teslim edilmesi" şeklinde değerlendirmeye imkan yoktur. Yeryüzünde fitneden eser kalmayıncaya kadar cihadı emreden Allahu Teala (cc), dünyanın kafirlerin eline terkedilmesine razı olmamıştır. Önemli bir noktaya daha işaret etmekte fayda vardır. İmtihan dünyası ile ahiret hayatı, birbirini tamamlayan iki unsurdur. 

Ahiret saadeti, dünyadaki (tahkiki iman, ibadet, salih amel vs.) gayretlerin bir sonucu olarak elde edilebilir. Dolayısıyle dünya ile ahireti, birbirinin düşmanı gibi değerlendirmek mümkün değildir Dünya ile ahiret arasında zaruri bir tercih sözkonusu olursa, ebedi olmasından dolayı "ahiret hayatı" tercih edilir.(3) 

Resul-i Ekrem (sav)'in: "Cennet'te bir kamçı büyüklüğü kadar yer, dünyadan ve dünyada bulunan her şeyden daha iyidir"(4) buyurduğu ve daha sonra, "Kim ki, hemen ateşin elinden kurtarılır da Cennet'e konulursa, işte o kurtuluşa ermiştir. Dünya hayatı, aldatıcı meta'dan (ve zinetten) başka birşey değildir."(Al-i İmran Suresi:186) ayetini okuduğu muteber kaynaklarda zikredilmiştir. 

Diğer bir Hadis-i Şerif'te: "Vallahi, ahiret karşısında dünya, birinizin parmağını denize daldırmasına benzer. Şimdi bakınız, parmağınız denizden size ne getirir?" (5) buyurulmuştur. Burada ebedi olan ahiret hayatının, fani olan dünya hayatından ne kadar üstün olduğu bir teşbih ile anlatılmıştır.

Her Müslümanın, dünya nimetlerini elde etmek için gayret sarfetmesi zaruridir. Hatta Müslümanların bütün imkanlarını kullanmaları şarttır. Resul-i Ekrem (sav): "Kıyamet koparken sizden birinizin elinde bir hurma dalı bulunur da, bunu Kıyamet kopmadan dikmeye gücü yeterse, muhakkak onu diksin, bırakmasın"(6) tavsiyesinde bulunmuştur. 

Kıyamet'in mahiyeti dikkate alınırsa, bu tavsiyenin mahiyeti kolayca kavranabilir. İslam topraklarında yaygın olan, "dünyanın kafirlere, ahiretin ise mü'minlere ait olduğu" şeklindeki yanlış kanaatin, değişik musibetlere vesile olduğu sabittir. Her Müslüman, İslam'ın temel hedeflerini gerçekleştirmek niyeti ile gece-gündüz çalışması zaruridir. 

Sanayileşmiş ülkelerin dünya siyasetindeki belirleyici rolleri dinlerinden değil, maddi servetlerinden kaynaklanmaktadır. Maddi servetlerinin önemli bir bölümünü geçtiğimiz yüzyılda, diğer ülkeleri istila ederek elde etmişlerdir. Bunu dikkate almamak mümkün değildir. Halkı Hıristiyan olan Habeşistan, başka ülkeleri istila edemediği için, geri kalmış ülkelerden birisidir. Meselenin özü budur. Birbirimize dua edelim.

(1) İmam-ı Münavi- Feyzu'l Kadir Beyrut: 1972 C: 1 Sh: 532.
(2) Hasan Basri Çantay- Kırk Hadis- İst: 1962 C: 2 Sh: 257.
(3) İmam-ı Yusuf- Kitabu'l Haraç- İst: 1973 Sh: 18.
(4) Sahih-i Buhari- K. Cihad: 73, Ayrıca Sünen-i Tirmizi- Fadailu'l-Cihad: 19,
(5) Sahih-i Müslim- Kitabu'l Cenne:14 Hadis no: 55,
(6) Abdi'l Latifi'z Zebidi- Sahih-i Buhari Muhtasarı, Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi- Ank: 1974 C: 7 Sh: 124.

İMANIN RÜKÜNLERİNDE İHTİLAF OLUR MU?

SORU: "Şehrimizde değişik dini meşrepler ve farklı tebliğ usulünü savunan Müslümanlar vardır. Davet edildiğim zaman, farklı meşreblerin sohbetlerine iştirak ediyorum. (...) Kur'an ve Sünnet'i esas alan, müctehid imamlara veya herhangi bir mezhebe tabi olmayı rededen arkadaşların sohbet meclisinde, 'Farzları terkeden veya haram işleyen kimselere Müslüman denilir mi, denilmez mi?' suali ortaya atıldı. Bazıları, Hz. Abdullah ibn-i Mesud (ra)'dan rivayet edilen hadisi, bazıları da Hz. Cabir'den (ra) gelen rivayeti öne sürerek, farklı tezleri savundular. (...) Allahu Teala (cc)'nın şirkin dışında kalan her türlü cürümü, dilediği kimseler için affedeceğine dair ayeti esas alanlar ile ameli imandan kabul edenler arasında ihtilaf çıktı. İmanın ıstılahi manasında bile anlaşamadılar. (...) Bu sohbetten sonra zihnime şu sualler takıldı: İman esaslarının farklı olarak değerlendirilmesi mümkün müdür? İmanın rükünlerinde ihtilaf olur mu? Büyük günahları işleyen veya farzları terkeden kimseye Müslüman denilir mi?"

CEVAP: Önce iman kelimesi üzerinde duralım. Lugat uleması, iman kelimesinin; "Emn" veya "Eman" kökünden türemiş bir masdar olduğunu belirtmişlerdir. Mücerred olarak "doğrulamak, tasdik etmek, bir kimseye veya bir şeye inanıp güvenmek" gibi manalara gelir.(1) 

Istılahi mahiyeti şöyle tarif edilmiştir: "Peygamberimiz Efendimiz'i (sav); Allahu Teala (cc)'nın katından getirmiş olduğu bilinen haberlerde ve hükümlerde, kat'i olarak tasdik etmeye ve bu tasdiki diliyle ikrara iman denilir." Kat'i nasslarla sabit olan hükümlerde (itikadi meselelerde) ihtilaf caiz değildir. 

Ancak hevalarına uyan kimselerin (ehl-i bid'atın) itikadi meselede ihtilaf ettikleri sabittir. Ehl-i Sünnet'ten ayrılan fırkaların özelliği budur. Müctehid imamlar, münafıklarla ilgili nassları dikkate alarak, tasdik ile ikrar arasındaki münasebeti izah etmişlerdir. İbn-i Abidin, "Hanefilerin ekserisine göre iman, tasdik ile beraber ikrardır. Muhakkıklara göre ise, yalnız kalben tasdiktir. İkrar, dünya ahkamının icrası için şarttır"(2) diyerek, bu inceliğe işaret etmiştir. 

İmam-ı Azam Ebu Hanife'ye (rh.a) göre; imanın asli rüknü, kalben tasdiktir. Zira dil ile ikrar ettikleri halde, kalben tasdik etmeyen münafıklar (ahiret ahkamı açısından) kafir hükmündedirler.(3) 

Nitekim Kur'an-ı Kerim'de, "İnsanlardan öyle kimseler vardır ki, kendileri iman etmiş olmadıkları halde 'Allah'a ve ahiret gününe inandık' derler. Halbuki onlar inanıcı (insan)lar değildirler" (El Bakara Suresi: 8) hükmü beyan buyurulmuştur. Yine bir diğer ayet-i kerime'de, "Ey Peygamber!.. Kalbleriyle inanmadıkları halde ağızlarıyla "inandık" diyenlerle, Yahudilerden o küfr içinde (alabildiğine) koşuşanlar seni mahzun etmesin" (El Maide Suresi: 41) denilmiştir. 

Dikkat edilirse, bu ayet-i kerimelerde; dilleriyle inandıklarını ikrar eden, fakat kalben tasdik etmeyen kimselerin hali beyan edilmiştir. Kalbi tasdik olmadığı müddetçe, dil ile ikrarın bir önemi yoktur. İkisinin bir arada bulunması gerekir.(4)

Resul-i Ekrem (sav)'in, "İnsanlar 'La ilahe illallah' deyinceye kadar (onlarla) cihada memur oldum. Şimdi her kim, 'Allah'dan başka ilah yoktur' derse, canını ve malını benden korumuş olur. Ancak hakkı ile olursa (yani kalben tasdik ederse) ne ala!..Aksi durumda da hesabı Allahu Teala (cc)'ya kalmıştır"(5) buyurduğu malumdur. 

Dolayısıyle; imanın asli rüknü, kalben tasdiktir. Dünya ahkamının icrası açısından zaruri rüknü ise, dil ile ikrar etmesidir. Zira bir kimse; kalben tasdik eder, fakat bunu dili ile ikrar etmezse, Müslüman olduğu bilinemez. Ehl-i Sünnet ve'l Cemaat'in müctehid imamlarının, "İman; kalb ile tasdik, dil ile ikrardır" hükmünde ittifak etmeleri nassa dayanır. Harici fırkası, "İman; kalb ile tasdik, dil ile ikrar ve azalarla ameldir" tarifini esas alarak; büyük günah işleyen herkesin kafir olduğunu söylemişlerdir. 

Onlara göre amel olmadığı müddetçe, imanın hiç faydası yoktur. Herhangi bir farzı terkeden veya haramı irtikap eden kimse, kafirdir. Haricilere tepki olarak ortaya çıkan Mürcie fırkası, "Asıl olan sadece imandır. İman da ikrardan ibarettir. Amellerin fazla bir değeri yoktur"(6) tezini ortaya atmıştır. Mutezile fırkası ise, "Büyük günah işleyen kimse imandan çıkar, fakat küfre girmez. Bu kimse, iman ile küfür arasında olan bir makamda (El menzile beyne'l menzileteyn makamında) bulunur. 

Eğer ölmeden önce, şartlarına uygun olarak tevbe ederse mü'min, etmezse kafir hükmündedir" iddiasını gündeme getirmiştir. Harici fırkasından olan kimseler, Kur'an-ı Kerim'in ayetlerini ve Resul-i Ekrem (sav)'in sünnetini tev'il ederek, mü'minlerin emiri Hz.Ali'yi (ra) dahi tekfir etmişlerdir. Meselenin özü budur. Birbirimize dua edelim.

(1) Asım Efendi-Kamus Tercemesi-İst: 1304, C: 4, Sh: 548.
(2) İbn-i Abidin-Reddü'l Muhtar Ale'd Dürri'l Muhtar-İst: 1983, C: 9, Sh: 5.
(3) İmam-ı Azam Ebu Hanife-El Alim ve'l Müteallim-Kahire: 1368, Sh: 57.
(4) İmam-ı Maturidi-Kitabu't Tevhid-Beyrut: 1970, Sh: 373 vd.
(5) Sahih-i Müslim-İst: 1401, C: 1, Sh: 51-52, Had. No: 32; ayrıca İmam-ı Suyuti-Mütevatir Hadisler-Ank: 1992, Sh: 30-31, Had. No: 4.
(6) İmam-ı Şehristani-El Milel ve'n Nihal-Beyrut: 1395, C: 1, Sh: 139-141 

Kızlarımıza Nasîhatlar

Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, muhterem kerîmeleri Hz. Fâtıma-i Zehrâ (r.anhâ)’ya gelin olurken şu nasîhatta bulunmuşlardır: "Kızım kendini temiz tut! (Devamlı) Rabbini zikret! Efendin sana baktığı zaman Sen’den memnun olsun, büyük bir ferahlık duysun! Gözlerini sürmele! Sürme, kadınların ziynetidir. Kızım! Kocan sana baktığı zaman gözlerini ondan ayırma; Sen de mukâbele et! Böyle yaparsan sevgin fazla olur. O başka tarafa bakarken, Sen onun yüzüne bak! Bunun büyük mükâfâtı vardır.. Güzel bakışlarınla, güler yüzle onu takip edip memnun etmene bir ay nâfile orucu sevâbı yazılır.

Kocanın yanında sessiz ve ilgisiz durma! Onun hoşlandığı şekilde güzelce söyle ki, sana muhabbet etsin.. Kocanın hatâlarını başkalarına söyleme! Eğer söylersen, Allah Teâlâ sana gazab eder.. Sonra melekler, peygamberler ve nihâyet kocan sana gücenir..."

*
Ashâb-ı Kirâm’dan Hâris (r.a.)’ın kızı Esmâ (r.anha), gelin olup giderken annesi ona şu nasîhati yapmıştı:

"Kızım, evimizden çıkıp başka bir eve, ülfet etmediğin bir kimseye gidiyorsun.. Sen kocana yer ol ki, o sana gök olsun! Sen ona hizmetçi ol ki, o sana köle olsun! Kocana yumuşak davran! Öfkeli hallerinde sessizce yanından kayboluver.. Öfkesi geçinceye kadar ona görünme.. Ağzını ve kulağını muhâfaza et.. Kocan sana fenâ söylerse, söylediklerini duyma; sakın mukâbelede bulunma! Ona karşı gelme! Dâimâ senden güzel söz işitsin, güler yüz görsün.. Bu suretle sana iyi nazarla baksın.." 

*
Arap kabilelerinin reislerinden Avf b. Milham’ın Ümm-i Unâs adında bir kızı vardı. Bu kızını Arap meliklerinden Kinde emiri Hâris b. Amir ile evlendirmeye karar verdi. Kızın annesi Ümâme, gelin olacağı gün kızını karşısına oturtup asırlardır kıymetini ve tazeliğini muhâfaza eden şu târihî nasihatlarını yapmıştı: "Bak yavrum! Sana bazı şeyler anlatacağım. Onları belleyip îcâb ettiği şekilde hareket et ki, kocanla güzel geçinip aranız bozulmasın:

1. Hâline râzı ol! Yâni kocan, yenilecek ve giyileceğe dâir ne alır getirirse kabul et! Zîrâ kalb rahatlığının ilk yolu kanâattir.

2. Kocanla olan sohbetlerinde, onun sözlerine itâat ederek konuş! İtiraz ve isyan ederek hürmet ve itâatte kusûr etme!. Böyle karşılıklı anlaşma ve itâat ile yapılan sohbetlerden Allah Teâlâ râzı olur..

3. Efendinin göreceği yerlere dikkat ve ehemmiyet göster! Sakın onun gözüne çirkin birşey çarpmasın!.

4. Kokusu olabilecek yerleri kolla, hassasiyet göster.. Daima güzel kokulu durmasını temin et.. Burnuna kötü koku gitmesin! Şunu unutma ki, güzellik ve temizlik getiren şeylerin en iyisi ve âlâsı sudur.

5. Yemek saatini iyi tesbit et.. İstediği anda hemen hazır bulundur..

6. Uyuyacağı vakti geciktirme.. Adeti ne zamansa, o zamanda yemeğini ve yatağını hazırla! Zîrâ açlık, insanı huysuzlandırdığı gibi, uykusuzluk da öfkelendirir, geçiminin bozulmasına sebep olur.

7. Mal ve eşyasını muhâfaza etmekte titizlik göster.. Çünkü malı muhâfaza etmek, iş bilmekten doğar.

8. Akrabâ ve yakınlarına hizmette kusur etme! Kocanın hısım-akrabâsına hürmet etmek de iyi idâre ve tedbirli olmaktan ileri gelir.

9. Efendinin, haberdar olduğun sırlarını sakın kimseye duyurma.. Eğer duyuracak olursan, itimâdını kaybeder, sen de ondan emin olamazsın...

10. Kocanın dîne aykırı olmayan isteklerini yerine getir.. Zıddını söyleme ve karşı gelme! Eğer karşı gelip isyan edersen, kendine kinlendirip düşman edersin.. O, kederli olduğu zaman sen neşeli olmaktan; neşeli olduğu vakit de sen hüzünlü görünmekten çekin! Zîrâ onun üzüntülü zamanında senin neşeli görünmen, neşeli zamanında da kederli bulunman onu sevmemenin, hislerine ve dertlerine ortak olmamanın delilidir. Bu hal ise, sizi birbirirnizden ayırmaya kadar götüren soğuk bir davranıştır.

Şunu iyi bil ki, bu nasihatlarımı yerine getirip gereği gibi hareket edebilmen için; isteklerine, eşinin isteklerini tercih etmen gerekmektedir. Onun isteklerini nefsinin isteklerine tercih edebilirsen, bu söylediklerimi kolayca yapabilirsin..." Büyüklerimizin tecrübe mahsûlü olarak kızlarına yaptıkaları bu nasihatlar; ağız tadıyla geçinmek, evini ve çocuklarını güzelce idâre etmek ve onları mutlu kılmak isteyen hanım kızlarımızın kulaklarına küpe olmalıdır. 

İMAN VE İSLAM KAVRAMLARININ KEYFİYETİ

SORU: "Türkiye'de çağdaş uygarlığı savunan ve İslam hukukunu reddeden insanlara, hangi dinden olduklarını sorsanız, Müslüman olduklarını söylerler. Bu insanlar, Allah'a ve ahiret gününe inandıklarını da iddia edebilirler. Bunlara mü'min vasfı verilebilir mi? (..) Türkiye'nin yüzde doksan dokuzunun Müslüman olduğu doğru mudur ? Bir mecliste bu konu açıldı. Değişik görüşler ileri sürüldü. Bir kardeşimiz, bedeviler ile ilgili ayeti (Hucurat Suresi:14) okudu ve İslam ile imanın aynı şeyler olmadığını söyledi.(..) İman ile İslam veya mü'min ile Müslüman, farklı mahiyetleri ifade eden kavramlar mıdır ? Her Müslümana, mü'min diyebilir miyiz? Türkiye'de bedevi Müslümanlığının yaygın, fakat gerçek mü'minlerin az olduğunu iddia etmek mümkün müdür?"

CEVAP: Önce bir hususa işaret edelim. Bazı insanlar, Allahu Teala (cc)'nın indirdiği hükümleri kalben tasdik etmedikleri halde, Müslüman olduklarını söyleyebilirler. Hatta "Allah'a ve ahiret gününe inandıklarını" iddia edebilirler. Bu yeni bir hadise değildir. 

Zira Kur'an-ı Kerim'de: "İnsanlardan öyle kimseler vardır ki, kendileri iman etmiş olmadıkları halde 'Allah'a ve ahiret gününe inandık' derler. Halbuki onlar inanıcı (insan) lar değildirler" (El Bakara Suresi: 8) hükmü beyan buyurulmuş ve onların Müslüman olmadıkları haber verilmiştir. Kat'i nasslar ile sabit olan hükümleri; kalben tasdik etmeyen münafıklar, ahiret ahkamı açısından kafir hükmündedirler. 

Ancak ikrarları dikkate alınarak; dünya ahkamı açısından, Müslüman gibi muamele görürler. İmam-ı Şehristani "İslam lafzı; hem mü'min, hem münafık için kullanılan müşterek bir lafızdır"(1) diyerek, bu inceliğe işaret etmiştir. Mütevatir olan bir Hadis-i Şerif'de Resul-i Ekrem (SAV)'in: "İnsanlar 'La ilahe illallah' deyinceye kadar (onlarla) cihada memur oldum. 

Şimdi her kim 'Allah'dan başka ilah yoktur' (La İlahe İllallah) derse, canını ve malını benden korumuş olur. Ancak hakkı ile olursa (yani kalben tasdik ederse), ne âlâ!.. Aksi durumda da (sadece dille söyler, kalben inanmazsa), hesabı Allahu Teala (cc)'ya kalmıştır" (2) buyurduğu malumdur. 

İmam-ı Muhammed (rh.a), bu Hadis-i Şerif'i zikrettikten sonra: "Netice olarak, bir kimse malum olan şirk itikadının hilafı olan tevhidi ikrar ettiği zaman İslam'a girişine hükmolunur. Çünkü gerçek itikadını tesbit etme imkanımız yoktur. Neyi ikrar ettiğini duyarsak, o inançta olduğuna hükmederiz" (3) diyerek, dünya ahkamı açısından ikrarın esas alınacağını bildirmiştir.

Bu genel izahtan sonra, "İman ile İslam veya mü'min ile Müslüman, farklı mahiyetleri ifade eden kavramlar mıdır" sualinize geçebiliriz. İmam-ı Maturidi "Kitabu't Tevhid" isimli eserinde; "Bize göre iman ile İslam; her ne kadar lügat ve lafız itibariyle manaları farklı da olsa, kendileri ile murad edilen mahiyet aynıdır."(4) diyerek, bir inceliğe işaret etmiştir. Hz. Abdullah b. Ömer (ra)'den rivayet edilen bir haberde, Resul-i Ekrem (sav)'in : "İslam beş şey üzerine bina olunmuştur. (Bu beş şey) 'Allah'tan başka ilah yoktur. 

Hz. Muhammed, O'nun elçisidir' demek (Kelime-i Şehadet getirmek), namaz kılmak, zekat vermek, hacc etmek ve ramazan orucunu tutmaktır" (5) buyurduğu malumdur. Dikkat edilirse; "Kelime-i Şehadet" (yani iman), İslam diye isimlendirilmiştir. Nureddin Es-Sabuni bu konu ile ilgili olarak şunları zikretmektedir: "İman ve İslam terimleri biz Ehl-i Sünnet'e göre aynıdır. 

Zevahir ulemasına göre ise ayrı ayrı şeylerdir. Ehl-i Sünnet görüşünün isbatı şöyledir ki; "İman" aziz ve celil olan Allahu Teala (cc)'yı haber verdiği emir ve yasaklarında tasdik etmekten ibarettir. "İslam" ise, O'nun uluhiyetine boyun eğip itaat eylemektir, bu da ancak O'nun emir ve nehyini benimsemekle gerçekleşebilir. 

O halde taşıdıkları hüküm bakımından iman, İslam'dan ayrılamaz ve aralarında muğayeret (birbirine zıtlık) bulunamaz. İman ile İslam'ın birbirinden ayrı şeyler olduklarını iddia eden kimseye sorulur: "Mü'min olup da müslim olmayan, yahud da müslim olup da mü'min olmayan kimsenin hükmü nedir? Eğer biri için mevcud olup da öteki için bulunmayan bir hüküm isbat edilebilirse ne âlâ, aksi takdirde sözünün yanlışlığı ortaya çıkmış olur." (6) 

İmanın zaruri rüknü; inanılması farz olan hususları, kalben tasdikdir. Dünya ahkamının icrası açısından gerekli olan rüknü ise, mükellefin dili ile ikrarıdır. (7) Türkiye'deki bazı insanların durumu ile bedevilerin hali arasında bazı benzerlikler vardır. Meselenin özü budur. Birbirimize dua edelim.

(1) İmam-ı Şehristani- El Mile'l Ve'n Nihal- Beyrut: 1395 C: 1 Sh: 40.
(2) İmam-ı Suyuti- Mütevatir Hadisler- Ank:1992 Sh: 30 Hd.No: 4, Ayrıca Sahih-i Müslim- İst: 1401, C: 1, Sh: 51-52, Had No: 32
(3) İmam-ı Muhammed - Siyer-i Kebir - İst: 1980, Evs Yay. C: 1, Sh: 163
(4) İmam-ı Maturidi-Kitabu't Tevhid-Beyrut: 1970 Sh: 394
(5) Ahmed b. Hanbel-Müsned-İst: 1401 C: 2 Sh: 26, 93, 120. Ayrıca Sahih-i Buhari-K. iman: 1, 3, Sünen-i Nesai-K. İman: 13
(6) Nureddin Es Sabuni- Maturidiyye Akaidi-Ank: 1978 Sh: 184
(7) İmam-ı Azam Ebu Hanife - El Alim ve'l Müteallim - Kahire: 1368 Sh: 57 Ayrıca İbn-i Abidin - Reddü'l Muhtar Ale'd Dürri'l Muhtar - İst 1983, C: 9 

Bezm-i âlem Vâlide Sultan

Sultan II. Mahmûd’un hanımı ve Sultan Abdülmecîd’in annesidir. Akıllı, tedbirli, şefkatli, cömert ve dînine bağlı bir hanımdı. 1852 senesinde vefât etmiş, Sultan Mahmûd Han’ın türbesine defn olunmuştur.

Bezm-i âlem Vâlide Sultan, fakir hastaların yatıp tedâvî edilmesi için yüz yataklı Vakıf Gurabâ Hastanesi’ni inşâ ettirdi. Ayrıca "Bezm-i âlem Vâlide Sultan Mektebi" (Bugünkü İstanbul Kız Lisesi) ve Beşiktaş’ta büyük bir çeşme, Yahyâ Efendi dergâh ve mescidine ilâveler ile Mekke-i Mükerreme ve Medîne-i Münevvere’de pek çok hayır hizmetlerinde bulundu. Bu müesseselerin ayakta durmaları için de vakıflar te’sis etti.

Ayrıca Bezm-i âlem Vâlide Sultan hakkında şöyle bir menkıbe anlatılır:
"Vâlide Sultan, yağmurlu bir havada faytonla saraya giderken bir su birikintisi içersinde boğulma tehlikesi ile başbaşa kalmış, çırpınmakta olan bir kedi yavrusu görür. Hemen faytonu durdurur. Ve titremekte olan kedi yavrusunu alır, üzerindeki suları elleriyle silerek ayaklarının arasına alır ve onu büyük bir anne şefkatiyle ısıtmaya çalışır. Daha sonra saraya geldiklerinde kediyi güzelce doyurur ve ona gereken bütün ihtimâmı gösterir; böylece zavallı kediciğin ölümden kurtulmasına vesile olur.

Vefâtından sonra sevenlerinden biri, kendisini rüyâsında görür. Merakla sorar:
"Vâlide Sultanım, siz dünyâ hayâtında büyük hayır-hasenât sâhibi bir kimseydiniz. Kimbilir Cenâb-ı Hakk, sizlere ne büyük ikrâm ve ihsânlarda bulunmuştur!"

Vâlide Sultan şöyle cevap verir:
"Evet, yaptığım bu hayır ve hasenâta karşılık Cenâb-ı Hakk, bana büyük ikrâmlarda bulundu. Fakat asıl büyük ikrâmı, boğulmakta olan bir kedi yavrusuna gösterdiğim şefkat dolu hizmetimden dolayı bahşetti."

Ayrıca, Bezm-i âlem Vâlide Sultan’ın sık sık kullanmış olduğu mühründe kazınmış olan aşağıdaki ibâre, O’nun bu mânevî şahsiyetininin kaynağını ortaya koyan güzel bir örnektir:
"Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl,
Muhammed’siz muhabbetten ne hâsıl?
Zuhûrundan Bezm-i âlem oldu vâsıl!.."


Cenâb-ı Hakk’dan; istikbâlin annelerine de, şefkat âbidesi Bezm-i âlem Vâlide Sultan’ın bu engin şefkatinden bir hisse nasîb etmesini dileriz.

İMAN İLE AMEL ARASINDAKİ MÜNASEBET

SORU: "Daha çocuk yaşta iken Kur'an kursu hocası bize "imanın rüknü, kalb ile tasdik ve dil ile ikrardır" cümlesini ezberletti. (..) Bazı eserlerde iman; "kalb ile tasdik, dille ikrar ve azalarla amel" şekline tarif edilmektedir. Bu tarif, daha uygun değil midir? (..) İman ile amel arasındaki münasebeti araştırırken, bazı tereddütlerim oldu. Mesela: Sahih-i Buhari'de, Hz. Ebu Zer'den rivayet edilen: "La ilahe illallah diyen cennete girer. Zina etsede, şarab içse de, hırsızlık yapsa da..." hadisi ile, Sahih-i Müslim'de Hz. Cabir'den rivayet edilen, "namazı terkedenin kafir olacağına" dair hadis arasındaki çelişki, dikkatimi çekti...(..) İmanın rükünleri ile amel arasında ne gibi münasebet vardır? Amellerin edasında ve kabulünde ölçü nedir? Günahların büyük veya küçük olarak tasnifi, ictihadi bir hadise midir? diyorsunuz.

CEVAP: Önce bir hususa işaret edelim. Müctehid olmayan bir mükellefin, muhtelif hadisler arasında, herhangi bir tercihte bulunması mümkün değildir. Şükrün karşılığı olan küfür (küfran-ı nimet) ile imanın zıddı olan küfür, mahiyet itibariyle birbirinden farklıdır. Bu girişten sonra meseleye geçebiliriz. İmam Ebu Hanife (rh.a)'ye göre imanın asli rüknü kalben tasdiktir. (1) 

Zira dil ile ikrar ettikleri halde; kalben tasdik etmeyen münafıklar, ahiret ahkamı açısından kafir hükmündedirler. Kur'an-ı Kerim'de: "İnsanlardan öyle kimseler vardır ki, kendileri iman etmiş olmadıkları halde "Allah'a ve ahiret gününe inandık" derler. Halbuki onlar inanıcı (insan)lar değildirler"(2) hükmü beyan buyurulmuştur. İmanı sadece "dil ile ikrar" kabul eden mürcie fırkası, münafıkların durumunu dikkate almayarak, hata etmiştir. Kalben tasdik eden bir kimsenin, bunu dil ile ikrar etmesi, dünya ahkamı açısından zaruridir. Dolayısıyle "iman rüknü, kalb ile tasdik ve dil ile ikrardır" şeklindeki tarif doğrudur. Bahsettiğiniz (...) isimli eserde, Harici itikadına mensup kimselerin eserlerinden alıntılar yapılmıştır. Hariciler ameli imanın bir cüzü kabul ettikleri için; emirü'l mü'minin Hz. Ali (ra)'yi (hakemin hükmüne razı olmasını bahane ederek) tekfir etmişlerdir. (3) 

Bu iddialarını; "Hüküm vermek sadece Allah'a mahsustur" ayetini, hevalarına göre tefsir ederek isbata çalıştıkları malumdur. Şimdi "İman ile amel arasında ne gibi ilişki vardır?" sualinize cevap vermeye gayret edelim. Her ibadetin, zahiri ve batini şartları vardır. Fukaha "Allahu Teala (cc)'nın rızasını kazanmak niyetiyle (ihlasla) ve şer'i şerife uygun olarak yapılan fiillere ibadet denilir" tarifinde ittifak etmiştir. Elbette iman ile ibadet arasında, önemli bir münasebet vardır. 

Bir kimse; sahih bir itikada sahip olmadığı müddetçe, hiçbir ameli makbul değildir. Amellerin edası ve kabulü meselesine gelince: Sahabeden Hz. Abdullah b. Ömer (ra): Biz önceleri bütün amellerin ve iyiliklerinin mutlaka kabul olunacağını zannediyorduk. Daha sonra "Ey iman edenler, Allah'a itaat edin. Peygamber'e itaat edin. Amellerinizi iptal etmeyin" ayeti nazil olunca, "acaba amellerimizi iptal eden günahlar hangileridir?" suali zihinlerimize takıldı. Kendi kendimize bunların büyük günahlar olduğunu düşünmeye başlamıştık!.. 

Bir kimsenin büyük bir günah işlediğini görünce, "Eyvah helak oldu." diye hayıflanıyorduk!.. Nihayet "Şüphesiz ki Allah kendisine eş tanınmasını (şirk koşulmasını) affetmez. Ondan başkasını, dileyeceği kimseler için bağışlar" ayeti nazil olduktan sonra, kimse hakkında bir şey konuşmaz olduk" diyerek, bir inceliğe işaret etmiştir. Her mü'min, emredilen amelleri eda etmekle mükelleftir. Kabulü sadece Allahu Teala (cc)'ya mahsustur. Kat'i nass ile sabit olan husus; günah işleyen Müslümanlara, tevbenin emredilmiş olduğudur. İmam-ı Maturidi (rh.a): "Günah işleyenler; helal kabul etmedikleri müddetçe, günahları sebebiyle imandan çıkmazlar. 

Çünkü haber-i mütevatirle sabit olan husus, büyük günahların tevbe ile bağışlanma ihtimalinin bulunduğudur. Büyüğü bağışlanınca, küçüğünün bağışlanma ihtimalı daha evladır"(4) diyerek, bir inceliğe işaret etmiştir. Eğer günah işleyenler imandan çıkmış olsalardı, onlara "tevbe etmeleri" değil, "tecdid-i iman etmeleri" emrolunurdu. Bilindiği gibi hadd cezaları, büyük günah işleyen Müslümanlara tatbik edilir. 

Resul-i Ekrem (sav)'in evli olduğu halde zina eden Hz. Maiz (ra)'e recm cezasını tatbik etmiş ve aleyhinde konuşanları ikaz buyurduktan sonra: "Yemin ederim ki cezasını çeken o suçlu kişi, şimdi cennetin nehirlerinde yüzmektedir"(5) diyerek, amelin imandan bir cüz olmadığına işaret buyurmuştur. Günahların büyük ve küçük şeklindeki tasnifi; hem nass, hem istinbat ile sabittir. 

Nitekim bir Kur'an-ı Kerim'de: "Eğer yasak edildiğiniz büyük (günah)lardan kaçınırsanız, sizin (diğer) kabahatlerinizi örteriz"(6) hükmü beyan buyurulmuştur. Bu ayet-i kerime'de büyük günah "kebair", kabahatler ise "seyyie" olarak anılmıştır. Hz. Osman (ra)'nın şehadetinden sonra; bazı gruplar "Büyük günah işleyen kimselere Müslüman diyemeyiz" iddiasını ortaya atmışlar ve ehl-i sünnet ve'l cemaatin yolundan ayrılmışlardır. Meselenin özü budur. Allahu Teala (cc) cümlemizi hakka tabi olan ve hakikat ile amel eden salih kullarından eylesin. Birbirimize dua edelim.

(1) İmam-ı Azam Ebu Hanife-El Alim ve'l Müteallim-Kahire: 1368 Sh: 57.
(2) El Bakara Suresi: 8.
(3) İbn-i Abidin-Reddü'l Muhtar-İst.: 1983 C: 9 Sh: 95-96.
(4) İmam-ı Maturidi-Kitabu't Tevhid-Beyrut: 1970 Sh: 329.
(5) Sünen-i Ebu Davud-İst.: 1401 C: 4 Sh: 580-581 Had. N0: 4428.
(6) En Nisa Suresi: 31 

Râbiatü’l-Adeviyye

Tâbiînden olup Süfyân-ı Sevrî (k.s.) ve Hasan-ı Basrî Hazretleri ile aynı asırda yaşamış büyük bir veliyye hanımdır.

Gönlü aşk-ı ilâhî ile dopdoluydu. Gözü devamlı yaşlıydı:

"Bizim istiğfârımız yeni bir istiğfâra muhtaçtır." derdi.

Geceleri kâim (huzûr-i ilâhîde ibâdet hâlinde), gündüzleri sâim (oruçlu) idi.

Birgün ona:

"Kul, ne zaman rızâ makâmına ulaşmış olur?" diye sordular.

O da:

"Başa gelecek musîbetler, kişiyi ni’metler gibi sevindirecek olursa..." şeklinde cevap verdi.

O’nun en meşhûr bir duâsı da şudur:

"Yâ Rabbî!

Sana cennetin için ibâdet ediyorsam, beni cennetine koyma!. Eğer sana cehenneminden korktuğum için ibâdet ediyorsam, beni cehenneminden çıkarma!.. Eğer sana senin rızân için ibâdet ediyorsam, beni cemâlini seyretmekten mahrûm etme!.."

Cenâb-ı Hakk’dan; bu mübârek vâlidemizin duâsı hürmetine bizleri de cemâliyle müşerref kılmasını niyâz ederiz.

26 Ekim 2017 Perşembe

BERR

Kullarına karşı iyiliği çok olan
"Şüphesiz, biz bundan önce O'na dua (kulluk) ederdik. Gerçekten O, iyiliği bol, esirgemesi çok olanın ta kendisidir." (Tur Suresi, 28)

Allah insanı yaratmış ve onu yaşaması için her yönden elverişli olan bir mekana yerleştirmiştir. Bu mekanda var olan herşeyi de insan için özel yaratmış ve onun hizmetine vermiştir. Nahl Suresi 4-16. ayetler arasında Allah insanlara sunduğu nimetlerin bir kısmını şöyle sıralamıştır:

"İnsanı bir damla sudan yarattı, buna rağmen o, apaçık bir düşmandır. Ve hayvanları da yarattı; sizin için onlarda ısınma ve yararlar vardır ve onlardan yemektesiniz. Akşamları getirir, sabahları götürürken onlarda sizin için bir güzellik vardır. Kendisine ulaşmadan canlarınızın yarısının telef olacağı şehirlere onlar, ağırlıklarınızı taşımaktadırlar. Şüphesiz sizin Rabbiniz şefkatli ve merhametlidir. Onlara binmeniz ve süs için atları, katırları ve merkebleri (yarattı). Ve daha sizlerin bilmediğiniz neleri yaratmaktadır? Yolu doğrultmak Allah'a aittir, kimi (yollar) ise eğridir. Eğer o dileseydi, sizin tümünüzü elbette hidayete erdirirdi. Sizin için gökten su indiren O'dur; içecek ondan, ağaç ondandır (ki) hayvanlarınızı onda otlatmaktasınız. Onunla sizin için ekin, zeytin, hurmalıklar, üzümler ve meyvelerin her türlüsünden bitirir. Şüphesiz bunda, düşünebilen bir topluluk için ayetler vardır. Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin emrinize verdi; yıldızlar da O'nun emriyle emre hazır kılınmıştır. Şüphesiz bunda, aklını kullanabilen bir topluluk için ayetler vardır. Yerde sizin için üretip-türettiği çeşitli renklerdekileri de (faydanıza verdi). Şüphesiz bunda, öğüt alıp düşünen bir topluluk için ayetler vardır. Denizi de sizin emrinize veren O'dur, ondan taze et yemektesiniz ve giyiminizde ondan süs-eşyaları çıkarmaktasınız. Gemilerin onda (suları) yara yara akıp gittiğini görüyorsun. (Bütün bunlar) O'nun fazlından aramanız ve şükretmeniz içindir. Sizi sarsıntıya uğratır diye yerde sarsılmaz dağlar bıraktı, ırmaklar ve yollar da (kıldı). Umulur ki doğru yolu bulursunuz. Ve (başka) işaretler de (yarattı); onlar yıldız(lar)la da doğru yolu bulabilirler". (Nahl Suresi, 4-16)

Kuşkusuz yukarıda sayılanların tek bir tanesi bile insanın kendi imkanlarıyla elde edebileceği, oluşturabileceği, sahip olabileceği şeyler değildir. Bunların tümü Allah’ın insana nimet olarak sunduğu güzelliklerdir. Yukarıda arka arkaya sıralanan nimetler Allah'ın kullarına karşı 'iyiliğinin çok' olduğunun apaçık delilleridir.

Peki bunca iyilik karşısında insana düşen nedir?

Allah yukarıdaki ayetlerin devamında kullarına verdiği nimetlerin karşılığında istediğinin yalnızca öğüt alıp düşünmeleri ve Allah'a kulluk etmeleri olduğunu da bildirmiştir:

"Yaratan, hiç yaratmayan gibi midir? Artık öğüt alıp-düşünmez misiniz? Eğer Allah'ın nimetini saymaya kalkışacak olursanız, onu bir genelleme yaparak bile sayamazsınız. Gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir". (Nahl Suresi, 17-18)

BEDİ

Örneksiz olarak yaratan

"Gökleri ve yeri (bir örnek edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca "OL" der, o da hemen oluverir". (Bakara Suresi, 117)

Ne kadar yetenekli, ne kadar zeki olursa olsun bir insanın keşfedebileceği bir yenilik, düşünebileceği farklı bir fikir ancak o güne kadar öğrendikleri ve çevresinde gördükleriyle sınırlıdır. İnsan yeryüzüne beş duyu ile gelmiştir ve bu duyuların dışında altıncı bir duyuyu tahayyül etmesi bile mümkün değildir. 

Üstelik sahip olduğu duyuları da ancak kısıtlı olarak kullanabilmektedir. Örneğin belirli bir renk tayfını görebilmekte, belirli frekanslardaki sesleri duyabilmektedir. Dolayısıyla yeryüzünde var olmayan bir şeyi düşünmesi, keşfedebilmesi, akledebilmesi asla mümkün değildir.

Nitekim bugün bilimsel keşiflerin bir kısmını incelediğimizde, insanların pek çok konuda doğada gördükleri canlıları ve bunların arasındaki kusursuz sistemleri, kendilerine örnek aldıklarını görürüz. Örneğin; yunusların burun çıkıntısı, modern büyük gemilerin pruvasına model olmuştur. Radarların çalışma prensibi yarasaların ses dalgaları yayarak çalışan algılama sistemi ile aynıdır. Bunlar gibi daha pek çok örnek de verilebilir. (Bakınız Harun Yahya, Düşünen İnsanlar İçin ,İstanbul: Vural Yayıncılık)

Oysa Allah'ın ilmi sınırsızdır. İnsanın çevresinde görebildiği ve göremediği herşeyi Allah örneksiz olarak yaratmıştır. Kainatın, galaksilerin, gezegenlerin, canlıların, hatta tek bir hücrenin olmadığı bir zamanda Allah dilemiş ve 'OL' demesiyle, atomlardan, moleküllerden, hücrelerden, canlılardan, gezegenlerden, yıldızlardan, galaksilerden oluşan kusursuz bir sistem oluşturmuştur. İnsanların binlerce sene sonra keşfedebildikleri mikro dünyadan ancak 20. yüzyılda haberdar olunan gök cisimlerine kadar herşey Allah'ın tasarladığı sistemlerdir ve O'nun belirlediği kanunlara tabidir. O hiçbir örnek yokken evreni ve içindeki her ayrıntıyı meydana getirmiştir.

De ki: "Rabbim adaletle davranmayı emretti. Her mescid yanında (secde yerinde) yüzlerinizi (O'na) doğrultun ve dini yalnız kendisine has kılarak O'na dua edin. "Başlangıçta sizi yarattığı" gibi döneceksiniz." (Araf Suresi, 29)

"Gökleri ve yeri bir örnek edinmeksizin yaratandır. O'nun nasıl bir çocuğu olabilir? O'nun bir eşi (zevcesi) yoktur. O, herşeyi yaratmıştır. O, herşeyi bilendir". (En'am Suresi, 101)

BATIN

Gizli

"O, Evveldir, Ahirdir, Zahirdir, Batındır. O, herşeyi bilendir". (Hadid, 3)

Bulunduğunuz odada şöyle bir çevrenize bakın. Gözlerinizle görebildiğiniz herşeyin 'yapılmış' olduğunu görürsünüz. Kapı, masanın üzerindeki teyp, duvara asılmış resim, pencere... Tüm bunların birileri tarafından üretildiğine eminsinizdir. Şimdi de pencereden dışarı bir bakın. 

Gördüğünüz manzara da muhtemelen deniz, ağaçlar, güneş, gökyüzü, uçan kuşlar, belki bir ada veya bunlara benzer detaylar olacaktır. Eğer gece ise gökyüzünde asılı duran yıldızları ve ayı da seyredebilirsiniz. Peki oturduğunuz odadaki eşyaların yapılmış olduğuna emin olduğunuza göre, dışarıda gördüğünüz şeylerin de yapıldığı kesin değil midir?

Elbette kesindir. Eğer bir duvardaki resmin tesadüfen oluşup oraya geldiğini iddia edemiyorsanız, güneşin, yıldızların ve ayın da tesadüfen oluşup gökyüzündeki yerlerini aldığını iddia edemezsiniz. Yerde ve gökte gördüğünüz herşeyin bir tasarlayıcısı, üreticisi, yaratıcısı vardır. Ve herşeyin üstün bir sanatla var eden Yaratıcı, yarattığı şeylerle kendini bize tanıtmaktadır.

Pencereden dışarı baktığınızda O'nu göremezsiniz, çünkü O'nun varlığı, gücü ve sanatı yarattığı şeylerle apaçık görünmesine rağmen, Zatı gizlidir.

İşte Allah'ın yukarıdaki ayette bildirilen Batın sıfatının anlamı budur. O'nun varlığı ve hakimiyeti kainattaki her noktada apaçık görülür ancak insan O'nun Zatını göremez. Çünkü Allah'ın kendi zatını bildiği ve gördüğü gibi yarattıklarının O'nu algılama kabiliyeti yoktur. O'nu (Allah'ın dilemesi dışında) kimse göremez ama O, heryeri sarıp kuşatmıştır. 

Aşağıdaki ayetle bildirildiği gibi:

"Gözler O'nu idrak edemez; O ise bütün gözleri idrak eder. O, latif olandır, haberdar olandır". (Enam Suresi, 103)

BASİT

Açan, genişleten, bollaştıran

"Allah'a karşılığını çok arttırma ile kat kat arttıracağı güzel bir borcu verecek olan kimdir? Allah, daraltır ve genişletir ve siz O'na döndürüleceksiniz". (Bakara Suresi, 245)

Allah, kendisine iman eden, kalpten itaat eden kişilere dünyada maddi ve manevi bolluk, genişlik verir. Onların önündeki zorlukları açarak her işlerinde müminlerin yakın dostu olduğunu gösterir. Allah'ın samimi kulları karşılaştıkları her türlü zorlukta, sıkıntıda ve hastalıkta yalnızca  Allah'a sığınırlar ve O'nu vekil edinirler. Bunun karşılığında da Allah inkar edenlerin işlerini zorlaştırırken, müminlerin işlerini kolaylaştırır.

Bu konuda Kuran'da verilmiş pek çok örnek vardır. Örneğin Hz. Musa ve ona tabi olan İsrailoğulları, Firavun'un zulmü nedeniyle yurtlarından çıkmak zorunda kalmışlardır. Ancak Firavun peşlerini bırakmamış ve yakalamak için ordusuyla beraber onları takip etmiştir. Bu kaçış esnasında Firavun'un ordusu ile deniz arasında kalan İsrailoğulları 'gerçekten yakalandıklarını' sanmışlardır. Fakat Allah Hz. Musa'nın duasına icabet etmiş, bir mucize göstererek denizi yarmış ve İsrailoğullarını Firavun'un zulmünden kurtarmıştır. Üstelik bunun ardından Firavun'u ve ordusunu yok etmiş, onların çıktıkları yerlere İsrailoğullarını mirasçı kılmıştır. 

Böylece Allah'ın, Kuran'da bildirilen 
"Allah yolunda hicret eden, yeryüzünde barınacak çok yer de bulur, genişlik (ve bolluk) da  Allah'a ve Resûlü'ne hicret etmek üzere evinden çıkan, sonra kendisine ölüm gelen kişinin ecri şüphesiz Allah'a düşmüştür. Allah, bağışlayıcıdır, esirgeyicidir." (Nisa Suresi, 100) ayeti de tecelli etmiştir.

Kuşkusuz Allah'ın vaadi tüm inanan kulları için, her dönemde geçerli olmuştur ve olacaktır.

"Şüphesiz senin Rabbin, rızkı dilediğine -genişletir- yayar ve daraltır. Gerçekten O, kullarından haberi olandır, görendir". (İsra Suresi, 30)

BASİR

İyi gören

"Onlar, üstlerinde dizi dizi kanat açıp kapayarak uçan kuşları görmüyorlar mı? Onları Rahman (olan Allah')tan başkası (boşlukta) tutmuyor. Şüphesiz O, herşeyi hakkıyla görendir". (Mülk Suresi, 19)

İnsanın görme kapasitesi kuşkusuz çok sınırlıdır. Çıplak gözle görebileceği mesafe en fazla birkaç kilometre ötesidir. Üstelik bu da ancak açık bir havada, yüksek bir yerden bakıyorsa mümkün olur. Ancak şartlar ne kadar uygun olsa da görebildiği en uzak yer onun için hayal meyal farkedilebilen, puslu bir görüntüden başkası değildir.

İnsan belki de sınırlı yeteneği sebebiyle kendisini de hiç kimsenin göremeyeceğini zanneder. Gizli bir iş yaparken, saklanırken, etrafında hiç insan yoksa, kimse tarafından görülmediğinden emindir. Bu tarz ortamlarda insanlar istedikleri herşeyi yapabileceklerini, hiç kimseye karşı sorumlu tutulamayacaklarını, yaptıkları hataların asla karşılarına çıkmayacağını sanırlar.
Oysa bu bir yanılgıdır. Çünkü insanın unuttuğu çok önemli bir gerçek vardır: Allah her an herşeyi tüm detaylarıyla görendir.

İnsan gözleriyle ancak belli bir alanı görebilirken, Allah o kişinin bulunduğu odayı, onun dışında diğer odaları, o evin tamamını, o evin içinde bulunduğu şehri, onun da içinde bulunduğu ülkeyi, onları içine alan kıtayı, bütün bunların tamamını kapsayan dünyayı, tüm gezegenleri, uzayı ve onun da ötesindeki boyutları aynı anda görmektedir.

"Senin içinde olduğun herhangi bir durum, onun hakkında Kur'an'dan okuduğun herhangi bir şey ve sizin işlediğiniz herhangi bir iş yoktur ki, ona (iyice) daldığınızda, biz sizin üzerinizde şahidler durmuş olmayalım. Yerde ve gökte zerre ağırlığınca hiçbir şey Rabbinden uzakta (saklı) kalmaz. Bunun daha küçüğü de, daha büyüğü de yoktur ki, apaçık bir kitapta (kayıtlı) olmasın". (Yunus Suresi, 61)

"Namazı dosdoğru kılın, zekatı verin; önceden kendiniz için hayır olarak neyi takdim ederseniz, onu Allah katında bulacaksınız. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızı görendir". (Bakara Suresi, 110)

"Allah katında onlar derece derecedir. Allah yaptıklarını görendir". (Al-i İmran Suresi, 163)

"Bizim ayetlerimiz konusunda çarpıtma yapanlar, Bize gizli kalmazlar. Öyleyse ateşin içine bırakılan mı daha hayırlıdır yoksa kıyamet günü güvenle gelen mi? Siz dilediğinizi yapın. Çünkü O yaptıklarınızı gerçekten görendir". (Fussilet Suresi, 40)

BARİ

Yaratan, kusursuzca var eden

"O Allah ki, yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir, 'şekil ve suret' verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O'nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hakimdir". (Haşr Suresi, 24)

Yaşadığımız evren ile ilgili herşeyde bir denge ve ahenge rastlarız. Özellikle bilim alanında yeni gelişmeler kaydedilip bugüne kadar bilinmeyen pek çok detay ortaya çıktıkça, bu denge ve aheng daha da netleşmektedir. 

Görünen odur ki, kainat üzerinde var olan her sistem üstün bir Aklın tasarımıdır. Bu üstün aklın sahibi, herşeyi hayranlık uyandırıcı bir düzen içinde var etmiştir. Kainattaki her cisim, yeryüzünde yaşayan milyarlarca canlı müthiş bir ahenk içinde varlıklarını sürdürürler. Doğadaki düzen hiçbir şekilde bozulmaz ve milyonlarca yıldır son derece istikrarlı bir şekilde devam eder.

Yalnızca dünya üzerindeki yaşamı incelediğimizde bile hayranlık uyandırıcı pek çok detayla karşılaşırız. Etrafımız, farkında olduğumuz veya olmadığımız, sayısız yaratılış delili ile doludur. 

Örneğin, havadaki gazların karışımı tüm canlıların yaşamlarını sürdürebilmesi için en elverişli şekilde oranlanmıştır. İnsanlar ve hayvanlar yaşayabilmek için oksijen alır ve karbondioksit verirler. Ancak bu işlem sürekli devam ettiği halde havadaki oksijen miktarı azalıp, karbondioksit miktarı artarak mevcut dengeyi bozmaz. 

 Çünkü bu noktada çok ince bir düzen var edilmiştir; insanların ve hayvanların tersine bitkiler, yaşamlarını sürdürürken karbondioksit alır ve oksijen verirler. Dolayısıyla insanların ve hayvanların tükettiği oksijen, bitkiler vasıtasıyla tekrar üretilir ve dünyadaki dengeyi korur.

Kuşkusuz bu örnek dünya üzerinde görebileceğimiz yaratılış delillerinden yalnızca bir tanesidir. Gerek mikro gerekse makro alem incelendiğinde bunun gibi sayısız örnekle karşılaşmak mümkündür. Eğer kainat ve dolayısıyla dünya üzerindeki canlılık varlığını sürdürebiliyorsa, bu, üstün akıl sahibi olan Yaratıcı'nın 'herşeyi birbirine uygun olarak yaratması' ile mümkün olmaktadır.

Hani Musa, kavmine: "Ey kavmim, gerçekten siz, buzağıyı (tanrı) edinmekle kendinize zulmettiniz. Hemen, kusursuzca yaratan (gerçek ilah)ınıza tevbe edip nefislerinizi öldürün: bu, yaratıcınız katında sizin için daha hayırlıdır" demişti. Bunun üzerine (Allah) tevbelerinizi kabul etti. Şüphesiz O tevbeleri kabul edendir, esirgeyendir. (Bakara Suresi, 54)

BAKİ

Devam eden, fani olmayan

"(Yer) Üzerindeki herşey yok olucudur; Celal ve ikram sahibi olan Rabbinin yüzü (kendisi) baki kalacaktır". (Rahman Suresi, 26-27)

Kainat içinde bulunan tüm varlıkların bir sonu vardır. Bir insan doğar, yaşar ve dünyada sürdürdüğü sınırlı ömür sonucunda ölür. Bu son, bütün insanlar için kaçınılmazdır. İnsanlar gibi bitkiler ve hayvanlar aleminin de yok oluşu kaçınılmazdır. Onlar da doğduktan bir süre sonra birer birer ölürler. Örneğin bir ağaç yeryüzünde yüzlerce sene yaşayabilir. Fakat en nihayetinde ölmeye mahkumdur. Canlı olan herşey hayatını tüketip toprağın altına girecek ve yok olacaktır.

Aynı şekilde cansız varlıkların da bir sonu vardır. Zaman, tümü üzerinde yıpratıcı etkisini gösterir. Örneğin, binlerce yıl önce ihtişam içinde yaşamış kavimlerden bugün yalnızca yıkıntıların geriye kaldığını görürüz. 

Allah "(Halkı) Zulmediyorken yıkıma uğrattığımız nice ülkeler vardır ki, şimdi onların altları üstlerine gelmiş ıpıssız durmakta, kullanılamaz durumdaki kuyuları (terkedilmiş bulunmakta), yüksek sarayları (çın çın ötmektedir)." (Hac Suresi, 45) 

ayetiyle bu gerçeğe dikkat çekmiştir. İşte tüm cansız varlıkların sonu da bu şekildedir.

İçinde yaşayan varlıkların bir sonu olduğu gibi kainatın da bir sonu vardır. Kainattaki tüm gökcisimleri, yıldızlar, güneşler bir gün enerjilerini tüketip yok olacaklardır. Veya Allah dilediği başka bir sebeple tüm kainatı yok edecek, kıyamet günü ile ilgili vaadini gerçekleştirecektir.

Görüldüğü gibi herşey sonludur; kainat da, yaratılmış tüm varlıklar da...
Allah ise yaratandır. Ve sonsuzluk yalnızca kendisine aittir.

O, insanlara Kuran'da şöyle seslenmektedir:

"Size verilen herşey, yalnızca dünya hayatının metaı ve süsüdür. Allah katında olan ise, daha hayırlı ve daha süreklidir. Yine de, akıllanmayacak mısınız?" (Kasas Suresi, 60)

ASİM

Koruyan

(Oğlu) Dedi ki: "Ben bir dağa sığınacağım, o beni sudan korur." Dedi ki: "Bugün Allah'ın emrinden, esirgeyen olan (Allah)dan başka bir koruyucu yoktur."... (Hud Suresi, 43)

İnsan acizliği sebebiyle her an, her türlü zorlukla karşılaşabilir. Örneğin, dünya her an doğal afetlerin oluşabildiği bir yerdir. Depremler, seller, kasırgalar, yanardağ patlamaları sık sık karşılaşılan olaylardır. Veya aynı şekilde kişiyi manen sıkıntıya düşürebilen de pek çok olay vardır. Ve bu olaylar karşısında unutulmaması gereken bir gerçek vardır: İnsan ne kadar uğraşırsa uğraşsın, ne kadar acizliğinden kurtulmaya çalışırsa çalışsın, Allah'ın dilemesi dışında başına gelecek herhangi bir şeyden korunamaz. İnsan için tek koruyucu Rahman olan Allah'tır. 

Kuran'da bu durum şöyle bildirilmiştir:

De ki: "Sizi karanın ve denizin karanlıklarından kim kurtarmaktadır ki, siz (açıktan ve) gizliden gizliye ona yalvararak dua etmektesiniz: "Andolsun, bizi bundan kurtarırsan, gerçekten şükredenlerden oluruz." De ki: "Ondan ve her türlü sıkıntıdan sizi Allah kurtarmaktadır. Sonra siz yine şirk koşmaktasınız." (Enam Suresi, 63-64)

İnsanlar tek başlarına kaldıklarında, ellerindeki maddi imkanların, yakınlarının onlara hiçbir şeyle yardıma güç yetiremeyeceğini anladıkları anlarda Allah'ı zikreder, O'ndan yardım dilerler. Ancak O, kendilerini kurtarınca yine nankörlük edip başlarına gelenleri unuturlar. Dünyada Allah'tan başka koruyucu bulamayacağını anlamayan, O'nun her türlü yardımına rağmen nankörlükte ayak direten kişiler, ahirette sonsuz bir azapla karşılaşarak gerçeği göreceklerdir:

"... Çekimser davrananlar ve büyüklenenler, onları acıklı bir azabla azablandıracaktır ve kendileri için Allah'tan başka bir (vekil) koruyucu dost ve yardımcı bulamayacaklardır". (Nisa Suresi, 173)

ALİYY

ALİYY
Çok yüce

"Kendisiyle Allah'ın konuşması, bir beşer için olacak (şey) değildir; ancak bir vahy ile ya da perde arkasından veya bir elçi gönderip kendi izniyle dilediğine vahyetmesi (durumu) başka. Gerçekten O, yüce olandır, hüküm ve hikmet sahibidir". (Şura Suresi, 51)

Allah Kuran'da kendisini bizlere tanıtmıştır: Tüm alemleri yaratan, kainatın tek hakimi olan Allah uludur. Göklerin, yerin ve bu ikisi arasında bulunanların yegane sahibi O'dur. O'ndan başka ilah yoktur, Allah insanların şirk koştuklarından çok yücedir. Tüm mülk O'na aittir; O, herşeye güç yetirendir. O, yüce makamların da sahibidir. O, ne bir eş edinmiştir, ne de bir çocuk; Allah alemlerden müstağnidir.

Kuşkusuz 'en güzel isimler' Allah'a ait olduğu için O'nu eksiksiz olarak tarif etmek bir insan için mümkün değildir. O'nu ancak kendisinin bize bildirdiği ile tanıyabilir, yüceliğini ancak Kuran ayetleriyle takdir edebiliriz. 

Allah, bir ayetinde kendi yüceliğini şöyle tarif etmiştir:

"Allah... O'ndan başka ilah yoktur. Diridir, kaimdir. O'nu uyuklama ve uyku tutmaz. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. İzni olmaksızın O'nun katında şefaatte bulunacak kimdir? O, önlerindekini ve arkalarındakini bilir. (Onlar ise) Dilediği kadarının dışında, O'nun ilminden hiçbirşeyi kavrayıp-kuşatamazlar. O'nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp-kuşatmıştır. Onların korunması O'na güç gelmez. O, pek yücedir, pek büyüktür". (Bakara Suresi, 255) 

ALİM

ALİM
Herşeyi çok iyi bilen
Doğu da Allah'ındır, batı da. Her nereye dönerseniz Allah'ın yüzü (kıblesi) orasıdır. Şüphesiz ki Allah, kuşatandır, bilendir. (Bakara Suresi, 115)

İnsanlar düşünebilecek bir şuura kavuştukları andan itibaren bir şeyler öğrenmeye başlarlar. Belli bir yaşa ulaştıktan sonra da öğrenim görmeye ve bu şekilde sayısız bilgiler edinmeye devam ederler. Hatta bazı insanlar belirli bir veya birkaç konu üzerinde öğrenebilecekleri herşeyi öğrenerek uzmanlaşırlar. Örneğin bir fizik mühendisi, fizik kurallarının tamamını öğrenebilir veya felsefe üzerine öğrenim görmüş bir insan, felsefi konulara tam olarak hakim olabilir. Yine yakın tarih üzerinde uzmanlaşmış bir araştırmacı, yakın tarih ile ilgili çok isabetli yorumlar yapabilir. Çünkü bu konu ile ilgili öğrenilebilecek herşeyi biliyordur.

Yukarıda saydıklarımız, 'bilmek' fiilinin insanlar için geçerli olan kısmıdır elbette. Ancak 'bilmek' fiilinin, insanların asla tasavvur edemeyeceği, güç yetiremeyeceği bir boyutu vardır: Allah'ın bilmesi...

Allah göklerin, yerin, bu ikisi arasında olan tüm canlıların, kainatta işleyen tüm kanunların, her an meydana gelen tüm olayların bilgisine sahiptir. Çünkü tümünün yaratıcısı O'dur. 

Üstelik Allah'ın 'bilmesi' sınırsızdır; O aynı anda dünya üzerinde doğan ve ölen insanların kimliklerini, yeryüzündeki her bir ağaçtan düşen yaprakların sayısını, evrendeki milyarlarca galaksi içindeki milyarlarca yıldızın her birinin özelliklerini ve burada sayfalarca saysak da asla bitiremeyeceğimiz herşeyi bilir. 

O, yeryüzünde, aynı anda uzayda meydana gelen her olayı, dünya üzerindeki milyarlarca insanın, hayvanın, bitkinin hücrelerinde kodlu olan şifreleri de bilir.

İnsanın unutmaması gereken çok önemli bir sır vardır: Allah yukarıda sayılan tüm detayların yanında insanın içini, aklından geçenleri, gizli veya açık işlediği tüm fiilleri de bilir. İnsan, içinde yaşadığı duyguların, düşüncelerin, sıkıntıların yalnızca kendi bilgisi dahilinde olduğunu zanneder; ama bu büyük bir yanılgıdır. 

Kainatın her noktasına tam olarak hakim olan Allah insanın içine ve dışına da hakimdir. 

Nitekim Allah'ın bu sonsuz bilgisi pek çok ayetle de bildirilmiştir:

Sevdiğiniz şeylerden infak edinceye kadar asla iyiliğe eremezsiniz. Her ne infak ederseniz, şüphesiz Allah onu bilir. (Al-i İmran Suresi, 92)

Görmedin mi ki, göklerde ve yerde olanlar ve dizi dizi uçan kuşlar, gerçekten Allah'ı tesbih etmektedir. Her biri, kendi duasını ve tesbihini şüphesiz bilmiştir. Allah, onların işlediklerini bilendir. (Nur Suresi, 41)

Güneş de, kendisi için (tesbit edilmiş) olan bir müstakarra doğru akıp gitmektedir. Bu, üstün ve güçlü olan, bilen (Allah)ın takdiridir. (Yasin Suresi, 38)

Haberiniz olsun; gerçekten onlar, ondan gizlenmek için göğüslerini büker (Hak'tan kaçınıp yan çizer)ler. (Yine) Haberiniz olsun; onlar, örtülerine büründükleri zaman, O, gizli tuttuklarını da, açığa vurduklarını da bilir. Çünkü O, sinelerin özünde saklı duranı bilendir. (Hud Suresi, 5)

Oysa onlar, önceden ellerinin takdim ettiklerinden dolayı onu (ölümü) hiçbir zaman kesin olarak dilemiyeceklerdir. Allah, zalimleri bilendir. (Bakara Suresi, 95)

Onları siz öldürmediniz, ama onları Allah öldürdü; attığın zaman sen atmadın, ama Allah attı. Mü'minleri kendinden güzel bir imtihanla imtihan etmek için (yaptı.) Şüphesiz Allah, işitendir, bilendir. (Enfal Suresi, 17) 

AHKAM-ÜL HAKİMİN

Hüküm verenlerin hakimi

Allah hükmedenlerin hakimi değil midir? (Tin Suresi, 8)

Her işin hükmünü veren, sonuçlandıran Allah'tır. Tüm olaylar O'nun emriyle, dilemesiyle oluşur ve gelişir. Allah'ın verdiği hükümlerde mutlaka birçok hikmet gizlidir. Fakat insanların çoğu, kendi kısıtlı akılları ile değerlendirme yapabildikleri için Allah'ın hükümlerini tam olarak kavrayamazlar. 

Oysa Allah sonsuz aklın sahibidir. Üstelik zaman ve mekandan da münezzehtir; bu kavramları yaratan ve insanların zamana ve mekana tabi olarak yaşamasını uygun görendir. İnsan hiçbir zaman bir gün sonra, hatta bir saat sonra neler yaşayacağını bilemez. 

O ise bir işe hükmettiği zaman bir gün sonra, yıllar sonra ve hatta kıyamete kadar o işin neyle sonuçlanacağına da hakimdir. Dolayısıyla verdiği hüküm her zaman en doğru, en iyi ve en hikmetli hükümdür.

Fakat iman etmeyenler bu gerçeğin farkına varamazlar. Çevrelerinde oluşan her olayın belirli sebeplere bağlı olarak, tesadüfen oluştuğunu düşünürler. Allah'ın olayların arkasında sakladığı hükümlerinin hikmetlerini değerlendiremezler. Meydana gelen her olayın Allah'ın kontrolünde olduğunu fark edemezler. 

Müminler ise Allah’ın verdiği hükümlerin hikmetlerini kavramaya çalışır ve O'nun daima en iyi hükmü verdiğinden en ufak bir şüphe duymazlar.

Sana vahyolunana uy ve Allah hükmünü verinceye kadar sabret. O, hükmedenlerin en hayırlısıdır. (Yunus Suresi, 109)

Nuh, Rabbine seslendi. Dedi ki: "Rabbim, şüphesiz benim oğlum ailemdendir ve senin va'din de doğrusu haktır. Sen hakimlerin hakimisin. (Hud Suresi, 45)

AFÜVV

Affı çok

"Bir hayrı açıklar ya da gizli tutarsanız veya bir kötülüğü bağışlarsanız, şüphesiz Allah, affedicidir, güç yetirendir". (Nisa Suresi, 149)

İnsan, yapısı gereği hata yapmaya çok müsait bir varlıktır. Her an, pek çok konuda eksik düşünebilir, yanlış bir karar verebilir, hatalı bir tavır sergileyebilir. Ancak insanı yaratan ve ondaki bu eksiklikleri bilen Allah, yapılan hataları da affedicidir. Allah'ın 'affediciliği' olmasa hiçbir insanın cennete girmesi mümkün olmazdı. Nitekim bu gerçeğe Kuran'da açıkça dikkat çekilmiştir:

"Eğer Allah, insanları zulümleri nedeniyle sorguya çekecek olsaydı, onun üstünde (yeryüzünde) canlılardan hiçbir şey bırakmazdı; ancak onları adı konulmuş bir süreye kadar ertelemektedir. Onların ecelleri gelince ne bir saat ertelenebilirler, ne de öne alınabilirler". (Nahl Suresi, 61)

Fakat unutmamak gerekir ki, Allah'ın affediciliği samimi kulları için geçerlidir. O, kendisine içten yönelip dönen insanların günahlarını affeder ve onları bağışlar. Önemli olan kişinin samimi olup, kesin bir kararlılıkla tevbe etmesidir. Yoksa tevbe edip tekrar tekrar eski hatalarına geri dönenlerin ve yaptıklarından gerçek bir pişmanlık duymayanların tevbesini kabul etmeyeceğini Allah bir ayetinde şöyle bildirmiştir:


"Allah'ın (kabulünü) üzerine aldığı tevbe, ancak cehalet nedeniyle kötülük yapanların, sonra hemencecik tevbe edenlerin(kidir). İşte Allah, böylelerinin tevbelerini kabul eder. Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibi olandır". (Nisa Suresi, 17)

AHİR

AHİR
Herşeyin yok oluşundan sonra da var olan

"O, Evveldir, Ahirdir, Zahirdir, Batındır. O, herşeyi bilendir". (Hadid Suresi, 3)
Allah kainatı yokluktan yaratmıştır ve onu en sonunda yine eski durumuna çevirecek, yok edecektir. Yok olmayacak hiçbir eşya, ölümsüz olan hiçbir canlı mevcut değildir. Dünyadaki tüm canlılar doğarlar ve ölürler, herşeyin bir ömrü, sayılı günü vardır. Oysa Allah'ın evveli, başı olmadığı gibi sonu da yoktur. Herşey yok olduktan sonra kalacak olan da O'dur.

Ömrü ve zamanı yaratan Allah maddeye ait tüm bu özelliklerden uzaktır. O, öncesi ve sonrası olmayandır. Yok olacağı kesin bir gerçek olan evren, dünya ve içinde yaşayan tüm canlılar, O'nun sonsuzluğuna ve birliğine şahittir. Sonsuzluğun sahibi, zamanın ve mekanın üstünde olan Allah'tır. Sonuçta kainat tekrar başlangıç noktasına dönecek, canlı cansız hiçbir şey kalmayacaktır. Yalnız 

Allah'ın varlığı baki kalacaktır. Allah bu gerçeği Kuran'da şöyle bildirmiştir:

"(Yer) Üzerindeki herşey yok olucudur; Celal ve ikram sahibi olan Rabbinin yüzü (kendisi) baki kalacaktır". (Rahman Suresi, 26-27)

23 Ekim 2017 Pazartesi

Alak Suresi


Okunuşu
Bismillahirrahmânirrahîm
1- Ikra' bismi rabbikelleziy halak 
2- Halekal'insane min 'alak 
3- Ikre' ve rabbükel'ekrem 
4- Elleziy 'alleme bilkalem
5- Allemel'insane ma lem ya'lem 
6- Kella innel'insane leyatğa
7- Erra a hustağna
8- İnne ila rabbikerrü'câ
9- Eraeytelleziy yenha
10- Abden iza salla
11- Eraeyte in kane 'alelhüda
12- Ev emara bittakva
13- Eraeyte in kezzebe ve tevella
14- Elem ya'lem biennallahe yera
15- Kella lein lem yentehi lenesfe'an binnasıyeh
16- Nasıyetin kezibetin hatıeh
17- Felyed'u nadiyehu.
18- Sened'uzzebaniyete.
19- Kella la tütı'hü vescüd vakterib 


Anlamı
1 - Yaratan Rabbinin adıyla oku!        
2 - O, insanı bir alekadan (embriyodan) yarattı.           
3 - Oku! Rabbin sonsuz kerem sahibidir.        
4 - O Rab ki kalemle yazmayı öğretti.
5 - İnsana bilmediği şeyleri öğretti.      
6 - Hayır! Doğrusu (kâfir) insan azgınlık eder.
7 - Kendisinin muhtaç olmadığını zannettiği için.           
8 - Muhakkak ki dönüş mutlaka Rabbinedir.   
9 - 10 - Namaz kıldığı zaman, bir kulu engelleyeni gördün mü?
11 - Gördün mü (ne dersin?), ya o (kul) doğru yolda olur,       
12 - Veya kötülüklerden sakınmayı emrederse?          
13 - Gördün mü, ya bu (adam, hakkı) yalanlar, yüzçevirirse,   
14 - O adam, Allah'ın kendini gördüğünü hiç bilmiyor mu?      
15 - 16 - Hayır, hayır! Eğer o, bu davranışından vazgeçmezse, and olsun ki biz, onu perçeminden, o günahkâr ve yalancı perçeminden tutup cehenneme sürükleriz.
17 - O zaman o taraftarlarını yardıma çağırsın.
18 - Biz de Zebanileri çağıracağız.       
19 - Sakın onu dinleme de (Rabbine) secde et ve yaklaş. 

Kervan Ticaret Yollarının Merkezi: Mekke

İki güçlü ve rakip imparatorluk, Bizans ve İran veya Sasaniler (zerdüşti), arasında, sonuçta İran'dan geçen ticari yolun kesildiği, bölge için uzun savaşlar oldu. Sonuçta, Doğu ile Akdeniz arasındaki ticaret için, kestirme olmasa da, Arabistan'dan geçen alternatif bir yol bulundu. 

Bu yolun bir bölümü denizden Yemen'deki Aden Limanına, bir bölümü de karadan, Yarımadanın Batı kıyılarını takip ederek Mekke üzerinden Şam ve Gazze'ye ulaşıyordu. Yemen ve Suriye arasında büyük bir kervan ticareti vardı ve idari merkez olan Mekke, zengin bir ticaret merkezi ve Arabistan'ın metropolü olmuştu. 

Mekke'de aynı zamanda Arabistan'ın her tarafında bilinen ve şehirde yapılan ticari panayıra alış veriş yapmaya gelenlere emniyet sağlayan kutsal bir yer olan Kabe de bulunuyordu. O zamanlar, putperestler için kutsal bir ziyaret yeri olan Kabe, bir köşesinde Hacerü'l-Esved (siyah taş)ın bulunduğu, neredeyse kübik bir şekle sahip bir binadır. 

Kabe, putperestlik inancına sahip, çok sayıda hacı çeken bir yerdi. Böylece Zemzem pınarından bir kaç adım ilerde bulunan yapı, küçük ve zengin bir tacir grubunun idaresinde olan Mekke'nin ekonomik ve ticari hayatında önemli bir rol oynamaktaydı.

18 Ekim 2017 Çarşamba

ORUÇ VE FAYDALARI

Ramazan ayında oruç tutmak İslam'ın beş şartından biridir. Oruç, niyet ederek tan yerinin ağarmasından itibaren güneş batıncaya kadar yememek, içmemek ve cinsi ilişkide bulunmamak suretiyle yerine getirilen bir ibadettir.
    Peygamberimiz oruç tutanlar için şu müjdeyi veriyor: "Kim inanarak ve mükafatını Allah'tan bekleyerek Ramazan orucunu tutarsa geçmiş günahları bağışlanır."(El-Buhari, Savm:7)
    Oruç,ancak Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için tutulur. Oruç, iyi bir irade terbiyesidir: İnsanlara iyi huylar ve ahlak güzelliği sağlar, insanı olgunlaştırır. Oruç, aynı zamanda müslümanı günah işlemekten ve cehennem ateşinden koruyan bir kalkandır. Acıma duygusunu geliştirir, sağlığımızın korunmasına yardımcıdır, nimetlerin değerini bildirir, olaylar karşısında sabırlı olmayı öğretir.
    Yüce Allah bir hadisi kudsîde "Oruç benim içindir, o'nun mükafatını da ben veririm" buyurmuştur (Müslim, Siyam;30).
    RAMAZAN ORUCU VE ORUÇ ÇEŞİTLERİ
    Ramazan orucu müslümanakıllı ve ergenlik çağına gelmiş kimselere farzdır. Ramazan orucu, kameri aylardan Ramazan ayının bazen 29, bazen 30 gün sürmesine göre 29 veya 30 gün olarak tutulur.
    Oruçlarda niyet önemlidir. Niyet kalp ile olur. Geceleyin imsaktan önce veya imsak vaktinde ertesi gün oruç tutacağını kalbinden geçiren bir müslüman o günün orucuna niyet etmiş olur. Oruç tutmak düşüncesi ile sahur yemeğine kalkan kimse de oruca , niyet etmiş sayılır. Ancak oruç tutan kimsenin hem içinden niyet etmesi, hem de dili ile "Niyet ettim Ramazan'ın yarınki orucuna" diye söylemesi daha iyi olur.
    Beş çeşit oruç vardır:
1. FARZ ORUÇ: Ramazan orucunun edası ve kazası farzdır. Keffaret oruçlarının tutulması da farzdır.
2. VACİP ORUÇ: Adak oruçları ile bozulan nafile orucun kaza edilmesi vaciptir.
3. SÜNNET ORUÇ: Kamerî aylardan Muharrem ayının 9-10 veya 10-11. günlerinde oruç tutmak sünnettir.
4. MÜSTEHAP ORUÇ: Kameri ayların 13. 14. 15. günleri ile her haftanın Pazartesi ve Perşembe günleri, Şevval ayında 6 gün oruç tutmak müstehaptır.
5. MEKRUH ORUÇ: İki türlü mekruh oruç vardır:
a) Muharrem ayının sadece 10. günü, yalnız Cuma veya Cumartesi günleri oruç tutmak, iki orucu iftar etmeksizin birbirine eklemek veya senenin tamamını oruçlu geçirmek "TENZÎHEN MEKRUH"tur.
b) Ramazan bayramının birinci günü ile Kurban Bayramının 4 günü oruç tutmak "TAHRÎMEN MEKRUH"tur.
    RAMAZAN'DA ORUÇ TUTAMAYANLAR NE YAPARLAR?
    Oruç tutmayacak kadar hasta olanlar, hastaya bakanlar, Ramazan ayında yolculuk yapanlar, gebe veya emzikli olanlar, aşırı yaşlılar ve düşkünler, aybaşı hali veya loğusalık halinde bulunan kadınlar Ramazan ayında oruç tutmazlar. Bunlardan:
a) Aybaşı hali veya loğusalık halinde olan kadınlar ile emzikli ve gebe olan kadınlar, bu özürleri sona erdikten sonra ve Ramazan ayı dışında oruçlarını kaza ederler.
b) Yolcular, yolculukları bitince oruçlarına başlarlar. Ramazan ayında tutamadıkları oruçlarını Ramazan ayından sonra tutarlar.
    ORUCA NE ZAMAN VE NASIL NİYET EDİLİR
    Orucun sahih olması için niyet etmek şarttır. Niyetsiz oruç makbul değildir.
    Ramazan orucuna, akşamdan itibaren kuşluk vaktine kadar niyet edilebilir. Şöyle ki:
    Normal olarak oruca, sahur yemeğini yedikten sonra niyet edilir. Ancak sahurda uyanamayıp yeme içme zamanının bittiği imsak vaktinden sonra kalkan bir kimse, güneş doğmuş olsa bile, kuşluk vaktine kadar o günün orucuna niyet edebilir. Yeter ki, imsak vaktinden sonra orucu bozacak bir şey yapmasın.
    Sahura kalkmak istemeyen bir kimse, akşamdan sonra yarının orucuna niyet edebilir, geceleyin kalkıp tekrar niyet etmesi gerekmez. Ramazan ayında tutulamayan orucu, başka günlerde kaza ederken niyetin geceleyin «tan yeri ağarmadan önce» yapılması gerekir. Keffaret oruçları da böyledir. Bu oruçlara imsaktan sonra niyet edilmez.
Niyet esasen kalp ile olur. Yani geceleyin, yarın oruç tutacağını kalbinden geçiren kimse niyet etmiş demektir. Oruç tutmak düşüncesi ile sahur yemeğine kalkan kimsenin bu düşüncesi de niyettir. Oruca kalp ile niyet etmek yeterlidir. Ancak kalp ile yapılan bu niyeti dil ile söylemek daha iyidir. Bu sebeple, oruç tutacak olan kimse, hem içinden niyet etmeli, hem de dili ile: "Niyet ettim Ramazan-ı şerifin yarınki orucuna" diye söylemelidir.
    ORUÇ NASIL TUTULUR
    Oruç, imsâk vaktinde başlar. Oruca niyet eden kimse bu vakitten itibaren herhangi bir şey yiyemez, içemez ve orucu bozan şeyleri yapamaz. Bu durum akşam güneş batıncaya kadar devam eder. Güneş battıktan sonra yiyip içmek sûretiyle orucunu açar. İşte niyet ederek, imsâk vaktinden akşam güneş batıncaya kadar yememek, içmemek, ve orucu bozan şeylerden sakınmakla bir günlük oruç tutulmuş olur.
    ORUCU BOZUP KAZA VE KEFFARET GEREKTİREN HALLER
    Oruçlu olduğunu bildiği halde kasden;
    1- Yemek, içmek, (ister gıda maddesi, isterse ilaç olsun)
    2- Cinsi ilişkide bulunmak.
    3- Sigara içmek
    Orucu bozar, kaza ve keffareti gerektirir.
   Kaza: Bozulan orucun yerine gününe gün oruç tutmaktır.
   Keffaret: Bozulan bir gün orucun yerine iki ay veya altmış gün peşpeşe oruç tutmaktır.
    Ramazan ayında niyet ederek oruca başlayan bir kimse özürsüz olarak bile bile yiyip içse veya cinsi ilişkide bulunsa orucu bozulur. Bozulan bu orucun gününe gün kaza edilmesi, ayrıca oruç özürsüz olarak ve bile bile bozulduğu için de keffaret tutması gerekir.
    Başlanan bir orucu bilerek bozmanın dünyadaki cezası keffarettir. Yani altmış gün birbiri ardınca oruç tutmaktır. Herhangi 
bir sebeple keffaret orucuna ara verilir veya eksik tutulursa yeniden başlayıp altmış günü kesintisiz tamamlamak lazımdır. Kadınlar keffaret orucu tutarken araya giren âdet günlerini tutmazlar, âdet halleri bitince ara vermeden temiz günlerinde oruca devam ederek altmış günü tamamlarlar.

   ORUCU BOZUP YALNIZ KAZAYI GEREKTİREN ŞEYLER 
1) Yenmesi mutad olmayan ve ilaç olarak da kulanılmayan şeyleri yutmak, (toprak, kağıt, pamuk gibi)
2) Buruna ilaç çekmek,
3) Kulağın içine yağ damlatmak,
4) Abdest esnasında ağzına ve burnuna su alırken kendi elinde olmayarak boğazına su kaçmak,
5) Ağzına aldığı renkli ipliğin boyası tükrüğe geçip, boyanan bu tükrüğü yutmak,
6) Zorla orucu bozulmak,
7) Ağız dolusu kusmak, (Kendi isteği ile)
8) Akşam vakti girmediği halde, akşam oldu zannederek iftar etmek,
9) İmsak vakti geçtiği halde, İmsak'a daha vardır zannederek yemek.
10) Kendi iradesi olmaksızın ağzına kar ve yağmur tanesi kaçan ve bunu yutmak
11) Meşru bir özür sebebiyle; makadından şırınga (iğne) yaptırmak
    ORUCU BOZMAYAN ŞEYLER
1) Oruçlu olduğunu unutarak yemek, içmek, (unutarak yiyip içerken oruçlu olduğunu hatırlarsa hemen ağzını yıkayıp oruca devam eder, oruçlu olduğunu hatırladıktan sonra boğazından aşağıya bir şey geçerse orucu bozulur.)
2) Kulağına su kaçmak,
3) Göze ilaç damlatmak,
4) Gece yıkanması gerekirken sabahleyin yıkanmak,
5) Kendi isteği olmayarak kusmak,
6) İhtilâm olmak, (yani uyurken cünüplük hali meydana gelmek)
7) Kan aldırmak,
8) Kendi isteği olmayarak boğazına toz, duman girmek,
9) Ağzındaki tükrüğü yutmak.
10) Yemeksizin herhangi bir maddenin tadını boğazında hissetmesi
11) Nohut tanesinden daha küçük olan ve dişler arasında bulunan yiyeceği yutmak.

    ORUÇLUYA MEKRUH OLAN HUSUSLAR
1- Bir şeyi dilinin ucuyla gereksiz yere tatmak
2- Lüzumsuz yere bir şey çiğnemek
3- Sakız çiğnemek
4- Kendisinden emin olmayan bir kişinin hanımını öpmesi, boynuna sarılması, kucağına alması.
5- Tükrüğü ağızda biriktirip yutmak
6- Kan aldırmak
7- Kendini zayıf düşüreceğini tahmin ettiği yorucu bir işte çalışmak.
8- Ağzına su alıp çalkalamak
    Fıtır Sadakası
    Borcundan ve aslî ihtiyaçlarından başka en az nisab miktarı malı (80.18 gr. altın) veya onun değerinde parası olan müslümanın fıtır sadakası vermesi vacipdir. Buna kısaca "Fitre" denilir. Fıtır sadakasının vacip olması için zekâtta olduğu gibi malın üzerinden bir yıl geçmesi ve artıcı nitelikte olması şart değildir.
    Fitre, Ramazan ayında fakirlere verilen bir sadakadır. Bayramdan önce verilmesi iyidir. Bayram günü veya daha sonra da verilebilir. Dini ölçülere göre zengin olan kimsenin, hem kendisinin, hem de erginlik çağına gelmemiş olan çocuklarının fitrelerini vermesi vaciptir.
Fitre Şu Dört Cins Yiyecek Maddesinden Aşağıdaki Miktarlarda Verilir:
Cinsi:                                                 Miktarı:
1– Buğday                                        1460 Gram
2– Arpa                                            2920 Gram
3– Kuru üzüm                                    2920 Gram
4– Hurma                                         2920 Gram
    Bu gıda maddelerinin kendileri verilebileceği gibi para olarak değerleri de verilir. Hangisi fakirin yararına ise onu vermek daha uygundur. Bir fitre yalnız bir fakire verilir, ikiye bölünmez. Bir fakire birden fazla fitre verilebilir. Fitre niyet edilerek verilir. Ancak bunun fitre olduğunu fakire söylemek gerekmez. İçinden niyet etmesi yeterlidir.
    Zekât hangi fakirlere verilirse fitre de onlara verilir. Bir özürden dolayı ramazanda oruç tutmayanlar da, nisap miktarı mal veya paraya sahip iseler fitrelerini vermekle yükümlüdürler.
    Varlıklı müslümanlar fitre vermek suretiyle fakirlere bayram sevincini tattırırlar. Böylece, hem borcunu ödemiş, hem de sevap kazanmış olurlar. Fitre vermek, orucun kabul edilmesine, ölümün şiddetinden ve kabir azabından kurtulmaya vesile olur.