27 Haziran 2017 Salı

Adaletin Timsali 2. Büyük Halife Hz. Ömer

Hz. Hamza’nın Müslüman olması üzerine, Mekkeli müşriklerin telâş ve endîşeleri had safhaya varmıştı. Çünkü parmakla gösterilen kahramanlardan biri de Müslüman olmuş, Resûlullahın saflarında yer almıştı. Bu beklenmedik hâdise, müşrikleri, büsbütün çileden çıkardı.

Hz. Ömer bu sırada daha Müslüman olmamıştı. Bir gün, Resûlullah efendimizi, gördüğü yerde öldürmek niyetiyle evinden çıktı. Sevgili Peygamberimizi Mescid-i Harâm’da namaz kılarken buldu ve namazın bitmesini isteyerek, dinlemeye başladı. Habîb-i ekrem efendimiz, El-Hâkka sûre-i şerîfini okuyordu.

Kalbim meyletti

Hattâboğlu Ömer, Peygamber efendimizin okuduklarını hayranlıkla dinliyordu. Ömründe böyle güzel sözler duymamıştı. Bunu kendisi, sonradan şöyle anlatır:

“Dinlediğim bu sözlerin belâgatına, düzgünlüğüne, derli topluluğuna hayrân olmuş, niçin geldiğimi unutmuştum. Bu hâdiseden sonra, kalbimde İslâma karşı bir istek hâsıl oldu.”

Bu hâdisenin, Hz. Ömer’in Müslüman olmasında mühim te’sîri olmuştur. Çünkü kalbini yumuşatmış, Müslüman olmasına zemin hazırlamıştır.

Hz. Hamza’nın Müslüman olmasından üç gün sonra, Ebû Cehil, müşrikleri toplayıp dedi ki:

- Ey Kureyş! Muhammed, putlarımıza dil uzattı. Bizden önce gelen atalarımızın Cehennemde azâb gördüklerini, bizim de oraya gideceğimizi söyledi! Onu öldürmekten başka çâre yoktur! Onu öldürecek kişiye, yüz kızıl deve ve sayısız altın vereceğim!

Bir anda Hattâboğlu Ömer’in kalbinden, İslâma olan istek kayboldu ve yerinden fırlayarak dedi ki:

- Bu işi Hattâboğlundan başka yapacak yoktur.

- Haydi Hattâboğlu! Görelim seni! Bu işi senden başka yapabilecek kimse yoktur.

Hattâboğlu Ömer, kılıcını kuşanarak yola düştü. Giderken Nu’aym bin Abdullah’a rastladı.

Yolda Nuaym bin Abdullah kendisine sordu:

- Yâ Ömer, böyle şiddet ve hiddetle nereye gidiyorsun?

- Milletin arasına nifâk sokan, kardeşi kardeşe düşüren bir kimseyi öldürmeye gidiyorum.

- Yâ Ömer, güç bir işe gidiyorsun. Onun Eshâbı çevresinde pervane gibi dönmektedir. Ona birşey olmasın diye titremektedirler. Onun yanına yaklaşıp, zarar veremezsin!

Yakınlarınla uğraş

Bu söze çok hiddetlenen Hz. Ömer kılıcına sarıldı:

- Yoksa sen de mi onlardansın? Önce senin işini bitireyim.

Nuaym bin Abdullah cevap verdi:

- Sen benimle uğraşacağına, kardeşin Fâtıma ile enişten Saîd’in yanına git! Onlar, çoktan Müslüman oldular. Sen önce kendi yakınların ile uğraş!

- Hayır, onlar Müslüman olamazlar.

- Bana inanmazsan, git evlerine, kendilerine sor!

Bunun üzerine Hz. Ömer, kardeşini merak edip, öfkeyle hemen evlerine gitti. O sıralarda Tâhâ sûresi yeni nâzil olmuş, eniştesi Saîd ile kızkardeşi Fâtıma bunu yazdırıp, Hz. Habbâb bin Eret adındaki sahâbîyi evlerine getirmiş, okuyorlardı.

Hattâboğlu Ömer, kapıdan bunların sesini duydu. Kapıyı çok sert çaldı. Onu, kılıcı belinde kızgın görünce, yazıyı saklayıp, Hz. Habbâb’ı gizlediler. Sonra kapıyı açtılar. İçeri girince sordu:

- Ne okuyordunuz?

- Bir şey okumuyorduk.

- Hayır, okuyordunuz. İşittiğim doğru imiş. Siz de O’nun sihrine aldanmışsınız!

Niçin utanmazsın?

Hz. Sa’îd’i yakasından tutup, yere attı. Kardeşi, efendisini kurtarayım derken, onun yüzüne de öfkeli bir tokat indirdi. Yüzünden kan akmaya başladığını görünce, kardeşine acıdı. Fâtıma’nın canı yanmış, kana boyanmış idi. Fakat îmân kuvveti, kendisini harekete getirip, Allahü teâlâya sığınarak dedi ki:

- Yâ Ömer! Niçin Allahtan utanmaz, âyetler ve mu’cizeler ile gönderdiği Peygamberine inanmazsın? İşte ben ve zevcim, Müslüman olmakla şereflendik. Başımızı kessen de bundan dönmeyiz.

Sonra Kelime-i şehâdeti okudu. Hattâboğlu Ömer, kızkardeşinin bu îmânı karşısında birden yumuşadı ve yere oturdu. Yumuşak sesle dedi ki:

- Hele şu okuduğunuz kitabı çıkarın.

- Sen temizlenmedikçe, onu sana vermem.

Ömer bin Hattâb gusül abdesti aldı. Ondan sonra Fâtıma, âyet-i kerîme yazılı sahifeyi getirdi. Ömer bin Hattâb güzel okurdu. Tâhâ sûresini okumaya başladı. Kur’ân-ı kerîmin fesâhatı, belâgatı, ma’nâları ve üstünlükleri kalbini gitgide yumuşattı.

(Göklerde ve yeryüzünde ve bunların arasında ve yedi kat toprağın altındaki şeyler hep O’nundur) [Tâhâ: 6] meâlindeki âyet-i kerîmeyi okuyunca, derin derin düşünceye daldı. Dedi ki:

- Yâ Fâtıma! Bu bitmez tükenmez varlıklar, hep sizin taptığınız Allahın mıdır?

- Evet, öyle ya! Şüphe mi var?

- Yâ Fâtıma! Bizim binbeşyüz kadar altından, gümüşten, tunçtan, taştan oymalı, süslü heykellerimiz var. Hiçbirinin, yeryüzünde bir şeyi yok.Şaşkınlığı büsbütün artmıştı. Biraz daha okudu.

(Allahü teâlâdan başka ibâdet edilecek, tapılacak hak bir ilâh, bir ma’bûd yoktur. En güzel isimler O’nundur) [Tâhâ: 8] meâlindeki âyet-i kerîmeyi düşündü. Sonra dedi ki:

- Hakîkaten, ne kadar doğru.

Ömer ile kuvvetlendir

Habbâb bu sözü işitince, gizlendiği yerden fırladı ve tekbîr getirdikten sonra müjdeyi verdi:

- Müjde yâ Ömer! Resûlullah efendimiz Allahü teâlâya duâ ederek, “Yâ Rabbî! Bu dîni, Ebû Cehil yahut Ömer ile kuvvetlendir, buyurdu. İşte bu devlet, bu saâdet sana nasîb oldu.

Bu âyet-i kerîme ve bu duâ, Hattâboğlu Ömer’in kalbindeki düşmanlığı sildi, süpürdü. Hemen;

- Resûlullah nerede? Beni, Resûlullaha götürür müsünüz? dedi. Zîrâ kalbi, Resûlullaha tutulmuştu.

Ömer bin Hattâb’ın Resûlullahı görmek için yola çıktığı sırada, Resûl-i ekrem, Hz. Erkâm’ın evinde Eshâbına nasîhat veriyordu. Hattâboğlu Ömer’in geldiği, Erkâm’ın evinden görüldü. Kılıcı da yanında idi. Heybetli, kuvvetli olduğundan, Eshâb-ı kirâm, Resûlullahın etrafını sardı. Hz. Hamza dedi ki:

- Ömer’den çekinecek ne var, iyilik ile geldi ise, hoş geldi. Yoksa o kılıcını çekmeden başını uçururum.

Resûlullah efendimiz buyurdu ki:

- Yol verin, içeri gelsin!

Îmâna gel yâ Ömer!

Cebrâil aleyhisselâm, daha önce, Ömer bin Hattâb’ın îmân etmek için geldiğini ve yolda olduğunu haber vermişti. Resûlullah efendimiz, onu, tebessüm buyurarak karşıladı. Ömer bin Hattâb, Resûlullahın önünde diz çöktü. Resûlullah efendimiz, onu, kolundan tutup buyurdu ki:

- Îmâna gel, yâ Ömer!

O da temiz kalb ile Kelime-i şehâdeti söyledi. Eshâb-ı kirâmın, sevinçten söyledikleri tekbîr sesleri göğe yükseldi.

Hz. Ömer, Müslüman olduktan sonraki hâlini şöyle anlattı:

“Müslüman olduğum zaman, Eshâb-ı kirâm, müşriklerden gizlenir ve ibâdetlerini gizli yaparlardı. Bu duruma çok üzüldüm ve Resûlullaha suâl ettim:

- Yâ Resûlallah! Biz hak üzere değil miyiz?

- Evet. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, ister ölü ister diri olunuz, muhakkak hak üzerindesiniz.

- Yâ Resûlallah! Mâdem ki biz hak üzerinde, müşrikler de bâtıl yoldadırlar, o hâlde ne diye dînimizi gizliyoruz? Vallahi biz, dîn-i İslâmı, küfre karşı açıklamaya daha haklı ve daha lâyıkız. Allahü teâlânın dîni, Mekke’de, hiç şüphesiz üstün gelecektir. Kavmimiz bize karşı insaflı davranırlarsa ne âlâ, yok taşkınlık etmek isterlerse, kendileriyle çarpışırız.

Yâ Resûlallah! Seni hak Peygamber olarak gönderen Allahü teâlâya yemîn ederim ki, hiç çekinmeden ve korkmadan, oturup İslâmı anlatmadığım bir müşrik topluluğu kalmayacaktır. Artık ortaya çıkalım.

Kabûl buyurulunca, iki saf hâlinde dışarı çıkıp, Harem-i şerîfe doğru yürüdük. Safların birinin başında Hamza, diğerinin başında da ben vardım. Sert adımlarla, toprağı un edercesine, Mescid-i harâma girdik. Kureyşli müşrikler, bir bana, bir Hz. Hamza’ya bakıyorlardı."

Beni bilen bilir

Hz. Ömer’in bu gelişi üzerine, Ebû Cehil ileri çıkıp, “Yâ Ömer! Bu ne hâldir?” deyince, Hz. Ömer hiç aldırış etmeden Kelime-i sehâdet getirdi:

- Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh!

Ebû Cehil ne diyeceğini şaşırdı. Donup kaldı. Hz. Ömer bu müşrik gürûhuna dönerek dedi ki:

- Ey Kureyş! Beni, bilen bilir! Bilmeyen bilsin ki, ben Hattâboğlu Ömer’im. Karısını dul, çocuklarını yetim bırakmak isteyen yerinden kıpırdasın! Kımıldayanı, kılıcımla doğrayıp yere sererim!

Bunun üzerine Kureyşli müşrikler, bir anda dağılıp, oradan uzaklaştılar.

Böylece, ilk defa Harem-i şerîfte açıktan namaz kılındı.

Hz. Ömer, haksızlık karşısında çok hiddetli olduğu gibi, adâletin yerine getirilmesinde de o kadar şefkâtli idi. Bu yüzden adâleti ile meşhûr olmuştur.

Bir gün at satın almak istedi. Atı tecrübe etmek niyetiyle biniciye verdi. Ata binen kimse, koştururken, at tökezleyip kazâya uğradı. Hz. Ömer atı satıcısına geri vermek istediğinde, satıcı almadı. Sonunda durum, Kâdî Şüreyh hazretlerine intikal etti. Kâdî sordu:

- At, sahibinin izniyle mi koşturuldu?

Hz. Ömer dedi ki:

- Hayır, ben denemek için koşturdum.

Atı almak macbûriyetindesiniz

Bunun üzerine, kâdî şu hükmü verdi:

- Şâyet at sahibinin rızâsı ile tecrübe edilseydi, sahibine iâde edilebilirdi. Fakat, siz sahibinden izin almadığınız için geri veremezsiniz, atı almak mecbûriyetindesiniz.

Hz. Ömer;

- Hak ve adâlet husûsunda boynumuz kıldan incedir, deyip atın bedelini verdi.

Hz. Ömer, sonu pişmanlık olan iş yapmazdı.

Onun zamanında, Müslümanlar İslâmiyeti İran içlerine kadar yaydılar. İranlı meşhûr kumandan Hürmizân, teslîm olmamak için çok direndi, fakat hayatının tehlikeye girdiğini görünce teslîm oldu. Hz. Ömer, huzûruna çıkartılan Hürmizân’a sordu:

- Bize söyliyeceğin bir şey var mıdır?

- Var! Fakat önce ölecek miyim, kalacak mıyım bunu bilmem lâzımdır.

- Konuş, sana zarar gelmiyecektir.

- Ey büyük halîfe, önceleri biz İranlılar siz Arabları öldürüyor, zorla mallarınızı ellerinizden alıyorduk. Ne zaman ki, Allah size peygamber gönderdi. Ondan sonra bizim üstünlüğümüz sona erdi. Siz azîz, biz zelîl olduk.

Söz vermiştiniz

Hz. Ömer, Enes bin Mâlik’e sordu:

- Ne yapalım bunu?

- Öldürmeyelim! Çünkü arkasında büyük bir kalabalık vardır. Belki onlar, ileride Müslüman olabilirler.

- Fakat o, Resûlullahın kıymetli arkadaşlarını şehîd etti. Onu sağ bırakmamız uygun olur mu?

- Yâ Ömer bunu öldürmememiz lâzımdır. Çünkü, “Konuş sana benden zarar gelmez” diye söz de vermiştin.

Hz. Ömer, kim tarafından söylenirse söylensin, doğru sözü hemen kabûl ederdi. Enes bin Mâlik hazretlerinin bu sözleri üzerine, onu öldürmekten vazgeçti. Birçok sahâbînin şehîd olmasına sebep Hürmizân'ın hayatını bağışladı.

Bir müddet sonra da, Hürmizân Müslüman oldu. Ayrıca onun vesîlesi ile birçok kimse îmâna geldi. Hz. Ömer eski can düşmanını bile maaşa bağladı. Çünkü adâlet bunu gerektiriyordu. Adâlet, şahsî fikrin, hissiyâtın üzerinde idi.

Hz. Ömer Şam’ı ziyâret ettiğinde, ordusunun kumandanı Ebû Ubeyde bin Cerrâh hazretleri büyük bir kalabalıkla karşıladı.

Hz. Ömer ile kölesi beraberlerindeki tek deveye nöbetleşe biniyorlardı. Şehre girişte, sıra köleye gelince, Halîfe devesinden indi. Yerine kölesini bindirdi. Devenin yularından tuttu. Ayakkabılarını çıkarıp dereden geçti.

Hakîr bir kavimdik

Uzaktan bakan; deveye binmiş köleyi halîfe, devenin yularını çeken Hz. Ömer’i de köle zannediyordu. Bunu gören Ebû Ubeyde bin Cerrâh dedi ki:

- Efendim, bütün Şamlılar, bilhassa Rumlar, Müslümanların halîfesini görmek için toplandılar. Size bakıyorlar. Bu yaptığınızı nasıl îzâh edebilirsiniz? Sizi köle zannedecekler, küçümseyecekler.

Hz. Ömer buyurdu ki:

- Yâ Ebâ Ubeyde! Senin bu sözünü işitenler, insanın şerefini, vâsıtaya binerek gitmekte ve süslü elbise giymekte sanacaklar. Biz daha önce zelîl ve hakîr bir kavimdik. Allahü teâlâ, bizleri Müslümanlıkla şereflendirdi. Bundan başka şeref ararsak, Allahü teâlâ bizi zelîl eder, herşeyden aşağı eder.

Bu şekilde şehre girdiler. Gerçekten bu hareketi, onun şerefini küçültmedi, aksine büyüttü. Biz bile 1400 sene sonra, burada, örnek bir hareket diye anlatıyoruz. Eğer tersi olsaydı, o zaman orada unutulup gidecekti.

Halîfe Hz. Ömer, Şam'a gidiyordu. Şam'da vebâ hastalığı olduğu işitildi.Yanında

bulunanların ba’zısı;

- Şam’a girmiyelim, dedi. Bir kısmı da;

- Allahü teâlânın kaderinden kaçmıyalım, dedi. Halîfe de buyurdu ki:

- Allahü teâlânın kaderinden, yine O’nun kaderine kaçalım, şehre girmiyelim. Birinizin bir çayırı ile, bir çıplak kayalığı olsa, sürüsünü hangisine gönderirse, Allahü teâlânın takdîri ile göndermiş olur.

İlk karantina

Sonra Abdürrahmân bin Avf hazretlerini çağırıp sordu:

- Sen ne dersin?

- Resûlullahtan işittim. “Vebâ olan yere girmeyiniz ve vebâ olan bir yerden, başka yerlere gitmeyiniz, oradan kaçmayınız!” buyurmuştu.

Halîfe de;

- Elhamdülillah, benim sözüm, hadîs-i şerîfe uygun oldu, deyip, Şam’a girmediler.

Böylece ilk defa karantina uygulaması yapıldı. Vebâ bulunan yerden dışarı çıkmanın yasak edilmesine sebep, sağlam olanlar çıkınca, hastalara bakacak kimse kalmaz, helâk olurlar. Vebâlı yerde, kirli hava ya’nî mikroplu hava, vebâ basilleri, herkesin içine yerleşince, kaçanlar, hastalıktan kurtulamaz ve hastalığı başka yerlere götürmüş, bulaştırmış olurlar.

Hz. Ömer, devlet başkanı seçildiğinde, Hz. Ebû Bekir’e ta’yîn edilen maaş kadar ücret alıyordu.

Bu şekilde bir müddet devam edildi. Daha sonra, Hz. Ömer, geçim sıkıntısına düştü.

Bu durumu gören, Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden ba’zıları toplanıp, bu durumu görüştüler. Zübeyr bin Avvâm hazretleri şöyle bir teklifte bulundu:

- Kendisine söyliyerek maaşını artıralım.

Teklifi bildirelim

Toplantıda bulunan Hz. Ali buyurdu ki:

- Bu teklifi kabûl edeceğini zannetmiyorum. İnşâallah kabûl eder. Gidip teklifi bildirelim.

Bu arada, Hz. Osman söz alıp buyurdu ki:

- Ömer’in hak ve adâlette ne kadar ta’vîzsiz olduğunu hepimiz biliyoruz. Bu teklifimizi bizzat kendimiz değil, kendisini kıramıyacağı birine söyletelim. Bunu, kızı Hafsa’ya anlatalım, o teklif etsin!

Hz. Osman’ın bu teklifi uygun görülerek, beraberce Hz. Hafsa’nın huzûruna vardılar. Aralarındaki konuşmaları anlattılar. İsim vermeden, yapılan teklifleri Hz. Ömer’e bildirmesini istediler.

Hz. Hafsa babasının yanına varıp dedi ki:

- Eshâbdan ba’zıları, senin maaşını az bulmuşlar. Bunun için maaşını artırmayı teklif ediyorlar.

Hz. Ömer, bu teklife celâllenip sordu:

- Kimdir onlar?

- Fikrini öğrenmeden kim olduklarını söylemem.

- Eğer kim olduklarını öğrenseydim, onlara gereken cezâyı verirdim. Allahü teâlâya duâ etsinler ki, arada sen varsın.

Sonra kızı Hz. Hafsa’ya sordu:

- Sen Resûlullahın evinde iken, Allahın Resûlünün giydiği en kıymetli elbise neydi?

- İki tane renkli elbisesi vardı. Elçileri onlarla karşılar, cum’a hutbelerini bunlarla okurdu.

- Peki yediği en iyi yemek neydi?

- Yediğimiz ekmek, arpa ekmeği idi.

- Senin yanında kaldığı zamanlar, yerde yaygı olarak kullandığınız en geniş, en rahat yaygı neydi?

- Kaba kumaştan yapılmış bir örtümüz vardı. Yazın dörde katlar, altımıza yayardık. Kış gelince de, yarısını altımıza yayar, yarısını da üstümüze örterdik.

Artanı muhtâçlara vereceğim

Daha sonra Hz. Ömer buyurdu ki:

- Yâ Hafsa, benim tarafımdan, seni gönderenlere söyle! Resûlullah efendimiz kendisine yetecek miktarını tespit eder, fazlasını ihtiyâç sahiplerine verirdi. Kalanı ile yetinirdi. Vallahi ben de kendime yetecek olanını tespit ettim. Artanını ihtiyâç sahiplerine vereceğim. Ve bununla yetineceğim.

Resûlullah efendimiz, ben ve Hz. Ebû Bekir, bir yol takip eden üç kişi gibiyiz. Onlardan ilki nasîbini aldı ve yolun sonuna vardı. Diğeri de aynı yolu tâkip etti ve O’na kavuştu. Sonra üçüncüsü yola koyuldu. Eğer O da öncekilerin takip ettiği yolu takip eder, onlar gibi yaşarsa, onlara kavuşur ve onlarla beraber olur. Eğer öncekilerin yolunu takip etmezse, başka yoldan giderse, onlarla buluşamaz.

Müslümanlar, bulundukları yerlerde oturan gayri müslim halkı korumaları altına aldıkları gibi, turist olarak gelen veya ticârî maksatla gelmiş olan gayri müslimleri de sınırları dâhilinde koruma altına alırlardı. Onların zarar görmemesi için, her türlü tedbiri alırlardı. Bunun geçmişte sayısız örnekleri vardır.

Bize sığınmışlar

Meselâ, Halîfe Hz. Ömer zamanında, bir ticâret kervanı gelip, gece Medîne’nin dışına konakladı. Yorgunluktan hemen uyudular.

Bu sırada, herkes uyurken, Halîfe Hz. Ömer, şehri dolaşıyordu. Dolaşma esnasında bunları gördü.

Hz. Ömer, Abdurrahmân bin Avf’ın evine gelip, yatağından kaldırarak buyurdu ki:

- Bu gece bir kervan gelmiş. Hepsi kâfirdir. Fakat, bize sığınmışlar. Eşyâları çoktur ve kıymetlidir. Yabancıların, yolcuların bunları soymasından korkuyorum. Gel, bunları koruyalım.

Abdurrahmân bir Avf cevap verdi:

- Çok iyi olur, çok güzel düşünmüşsün, hemen geliyorum.

Sabaha kadar nöbetleşe, bu kervanı beklediler. Sabah namazında mescide gittiler. Kervanda bulunan bir genç, o sırada uyanmıştı. Bunları takip edip, arkalarından gitti.

Soruşturup, kendilerine bekçilik eden şahsın Halîfe Hz. Ömer ile arkadaşı olduğunu öğrendi. Gelip, arkadaşlarına şöyle anlattı:

- Arkadaşlar! Sabaha kadar iki Müslümanın bizi bekleyip, eşyalarımızın çalınmasına mâni olduğundan haberiniz var mı?

- Müslümanların başka işi yok da, bizi mi koruyacaklar? Üstelik bizim Hıristiyan olduğumuzu biliyorlar.

- Hem de kim korudu biliyor musunuz?

- Kimmiş?

- Müslümanların Halîfesi Ömer.

- Sen yanlış görmüşsündür. Halîfenin, gecenin bu vaktinde burada işi ne? O sarayında kuş tüyü yatağında yatıyordur.

- Sizin gibi önce ben de inanamadım.

- Sonra nasıl inandın?

- Sabah olup ortalık aydınlanınca, buradan ayrıldılar. Ben de merak edip arkalarından gittim. Câmiye girdiler. Yolda karşılaştığım birisine, “Bu kim” diye sordum. “Halîfemiz Ömer” diye cevap verdi.

Daha ne duruyoruz?

Bu konuşmaları dikkatle dinleyen kâfile halkı, derin bir sessizliğe büründü. Kimsenin konuşacak, birşey söyliyecek hâli kalmamıştı.

Uzun süren bir sessizlikten sonra, içlerinden biri sessizliği bozdu:

- Daha ne duruyoruz? Bu hâl İslâmiyetin gerçek din olduğuna delil olarak yetmez mi?

Diğerleri de bu söze katıldılar. Roma ve İran ordularını perişan eden, adâleti ile meşhûr yüce Halîfenin, bu merhamet ve şefkatini görerek, İslâmiyetin hak din olduğunu anladılar ve seve seve hepsi Müslüman oldular.

19 Haziran 2017 Pazartesi

Boşanma

SORU: "Evlendiğim zaman Müslüman olduğumu söylüyordum. Ancak İslam'ın keyfiyetini bilmiyordum. Bazı arkadaşlar, hidayetime vesile oldular. (...) Hanımım da İslamı yaşamaya çalışan gayret eden bir Müslümandır. Gectiğimiz ay lüzumsuz bir meseleden dolayı hanımımla münakaşa ettik. Münakaşa esnasında sinirlerime hakim olamadım ve "-Defol!.. Babanın evine git!.." dedim. Sonradan pişman oldum. (..) Bazı fıkıh kitaplarında, münakaşa anında söylenen bu sözün kinayeli boşama, bazılarında ise niyete bağlı olduğu belirtiliyor. Ne yapmamı tavsiye edersiniz?"

CEVAP: Aile hukuku, karşılıklı saygı ve sevgi ile muhafaza edilebilir. Hesap gününü düşünen mü'minlerin, birbirlerine karşı mülayim olmaları ve adalete riayet etmeleri zaruridir. Resul-i Ekrem (sav)'in: "-Sizin en hayırlınız, hanımına karşı huyu en iyi olanınızdır" (1) buyurduğu malumdur.

Aile içerisinde, karşılıklı güzel muamelede bulunmak müstehaptır. Aile hayatını sona erdiren talak (boşama); meşru ve mücbir bir sebeb olmadan, yapılmaması gereken bir fiildir. Allahü Teala (cc) indinde mübahın en sevimsizi talaktır (2) İslam uleması: "-Talaka ehil olan koca; karısını sarih ve kinayeli sözlerle boşayabilir" hükmünde ittifak etmiştir.

Sarih söz; kendisiyle neyin murad edildiği açıkca anlaşılan sözdür. (3) Mesela: "Ben seni boşadım", "Boş ol" veya "Şu günden itibaren boşsun, iddetini bekle!.." gibi. Sarih sözle yapılan talakta, mükellefin niyet edip-etmemesi önemli değildir.

Talak derhal vaki olur. (4) Kendisiyle neyin murad edildiği gizli olan, ancak mükellefin niyeti ve halin delaletiyle bilinebilen söze "Kinayeli boşama" denilir. (5)

Talaka ehil olan koca; "-Defol!.. Babanın evine git!.." dediğinde, boşamaya niyet etmişse talak vaki olur. "-Hayır!..Talaka niyet etmedim" derse, talakın vuku bulmadığına hükmedilir.

Halin ve niyetin, hükme tesiri vardır. Şüpheden kurtulmak için, tecdid-i nikah amelini eda etmenizi tavsiye ederim. Meselenin özü budur. Birbirimize dua edelim.

(1) Sünen-i Tirmizi- İst: 1401 C: 3 Sh: 466 Had. N0: 1162. 
(2) Sünen-i İbn-i Mace- İst: 1401 C: 1 Sh: 650 Had. N0: 2018. 
(3) İmam-ı Merginani- El Hidaye - Kahire: 1965 C: 1 Sh: 230, Ayrıca Şeyh Nizamüddin ve Heyet- Feteva-ı Hindiyye-Beyrut: 1400 C: 1 Sh: 344. 
(4) Mehmed Zihni Efendi- Münekahat ve Müfarakat- İst: 1324 Sh: 141-142. 
(5) Molla Hüsrev- Dürerü'l Hükkam -İst: 1307. C: 1 Sh: 367. 

BİRDEN FAZLA HANIMLA EVLİLİK

SORU: "İslâm dini, aile hayatına önem vermiştir. Nikâhın hikmetlerinden birisi, neslin devamını sağlamaktır. Bu hikmet ortadan kalktığı zaman, istenmeyen hadiseler yaşanmaktadır. (...) Çocukken ağır bir hastalık geçiren hanımımın çocuğu olmuyor. Tedavisi için yıllarca uğraştım. Kendisi de bu duruma üzülmektedir. Mukadderat karşısında boynumuz kıldan incedir. (...) Çocuğumun olmasını ve neslimin devamını arzu ediyorum. Bunun için teaddüd-ü zevcatın dışında bir yol aklıma gelmiyor. Fakat hanımım ve ailesi, işi yokuşa sürüyorlar. (...) Bir aile reisinin, çocuğu olmadığı için hanımını boşaması caiz midir? Hanımımı boşamadan, ikinci bir evlilik yapmamı tavsiye eder misiniz?"

CEVAP: Sahabe-i kiramdan Hz. Hayde (ra)'nin, "Kadınlarımızın bizim üzerimizdeki hakları nedir?" sualine, Peygamberimiz Efendimiz (sav) şu cevabı vermiştir: "Yediğin gibi ona yedirmek, giydiğin gibi onu giydirmek, yüzüne vurmamak, onu kötülememek ve bir de darılıp ayrı yatmaya mecbur kaldığında bunu ancak ev içinde yapmaktır."(4) Hesap gününü düşünen aile fertlerinin, birbirlerinin hukukunu muhafaza etmeleri zaruridir. Çocuğu olmayan hanımınıza manevi işkence yapmanız caiz değildir.

Bu tesbitten sonra, "Bir aile reisinin, çocuğu olmadığı için hanımını boşaması caiz midir?" sualinize geçebiliriz. Bir kadının çocuğunun olup-olmaması kusur olarak değerlendirilemez. Bu meşrû bir boşama sebebi değildir. Fakat hanımınızın; içinde bulunduğunuz hali dikkate alması ve ikinci bir kadınla evlenmenize müsaade etmesi mümkündür.

Sizin açınızdan durum biraz daha farklıdır. Bilindiği gibi teaddüd-ü zevcat; farz veya vacip değil, adalete riayet şartıyla mübahtır. Kur'an-ı Kerim'de, "Kadınlar arasında adalet (ve eşitliği) tatbik etme hususunda ne kadar hırs gösterseniz, asla güç yetiremezsiniz. Bari (birine) büsbütün meyledip de ötekini askıda gibi bırakmayın.

Eğer (nefsinizi) ıslâh eder, (adaletsizlikten) sakınırsanız, şüphe yok ki Allah çok yarlığayıcı, çok esirgeyicidir" (En Nisâ Sûresi: 129) hükmü beyan buyurulmuştur. Muteber fıkıh kitaplarında; birden fazla kadınla evli olan kimselerin, adalete (kasm) riayet etmelerinin zarûri olduğu belirtilmiştir. Reddü'l Muhtar'da, "Kasm; zevceler arasında gecelemek, elbise, yiyecek ve sohbet hususunda müsavi taksime ve adalete riayetin vacip olmasıdır.

Âyetin zahirine bakılırsa bu farzdır"(5) hükmü kayıtlıdır. Feteva-ı Hindiyye'de; adalete riayetin zaruri olduğu belirtilmiş ve şu tavsiyede bulunulmuştur:
"Bir hanımı olduğu halde, başka bir kadını daha nikâhlamak isteyen kimse, aralarında adalete riayet edemeyeceğinden korkarsa, ikinci defa evlenmesine ruhsat yoktur.

Ancak böyle bir korkusu bulunmayan kimse, ikinci defa evlenebilir. Fakat ikinci defa evlenmemesi daha efdaldir."(6) Meselenin özü budur. Birbirimize dua edelim.

(1) İbn-i Abidin- Reddü'l Muhtar Ale'd Dürri'l Muhtar- İst: 1983, C: 4, Sh: 133. 
(2) İmam-ı Kasani- El Bedaiû's Senai- Beyrut: 1974, C: 2, Sh: 59. (3) İbn-i Hümam- Fethû'l Kadir- Beyrut: 1317, C: 4, Sh: 366. 
(4) İmam Ahmed b. Hanbel- El Müsned- İst: 1401, C: 4, Sh: 446; ayrıca Muhyiddin-i Nevevi- Riyazü's Salihin- Ankara: 1970, C: 1, Sh: 321. 
(5) İbn-i Abidin- a.g.e., C: 6, Sh: 90. 
(6) Şeyh Nizamüddin ve Heyet- Feteva-ı Hindiyye- Beyrut: 1400, C: 1, Sh: 341. 

Dînimizde Kadın-Erkek Eşitliği

İslâm Dîni, kadın-erkek bütün insanların yaratılışta eşit olduğunu ilan ederek, kadını, insanlık şeref ve haysiyetine, gerçek benliğine ve kişiliğine kavuşturmuştur. Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurulur:

"Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık. Sizi, sırf birbirinizle tanışmanız için büyük büyük cemiyetlere, küçük küçük kabilelere ayırdık. Şüphesiz ki, sizin Allah nezdinde en şerefliniz takvaca en ileride olanınızdır."

"Ey insanlar! Sizi bir tek candan yaratan, ondan da yine onun zevcesini vücûda getiren ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar türeten Rabb’inizden korkun!"

Kur’ân-ı Kerîm, kadın ile erkek arasında hiçbir ayırım yapmamakta, her ikisine de aynı hak ve sorumlulukları yüklemektedir. Bununla ilgili olarak âyet-i kerîmede: "Müslüman erkekler ve müslüman kadınlar, mü’min erkekler ve mü’min kadınlar, tâate devam eden erkekler ve tâate devam eden kadınlar, doğru erkekler ve doğru kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, mütevâzî erkekler ve mütevâzî kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve (ırzlarını) koruyan kadınlar, Allâh’ı çok zikreden erkekler ve zikreden kadınlar var ya; işte Allah, bunlar için bir mağfiret ve büyük bir mükâfât hazırlamıştır." buyurulur. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz de:

"Şüphe yok ki, kadınlar erkeklerin dengi, benzeri ve tam bir eşidir." buyurur.

Diğer bir hadîs-i şerîfte:

"Kadın-erkek bütün insanlar, tarak dişleri gibi birbirlerine eşittirler." buyurulur.
*
Hz. Ömer (r.a.) bir gün Medîne-i Münevvere’de Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz’in minberine çıkıp cemâate hutbe îrâd etmiş, hutbesinde müslümânlara, evlenirken mehri azaltmalarını söylemişti. Kadın cemâatten uzun boylu bir hanım çıkıp:

"Ey Ömer, bunu söylemeğe hakkın yoktur!"

demiş ve Kur’ân-ı Kerîm’den en-Nisâ sûresinin 20. ve 21. âyet-i kerîmelerini delîl göstermişti. Bunun üzerine Halîfe:

"Allâh Allâh! Kadın, Ömer’le mübâhase etmiş ve onu susturmuş!.." diyerek sözünü geri almıştı.

Yine Hz. Ömer (r.a.), halîfeliği esnasında kadınlarla istişârede bulunuyor, onların görüşlerini alıyordu. Hz. Ömer (r.a.), kızı Hz. Hafsa (r.anha)’ya, kadınların kocalarından ne kadar süre ayrı kalmaya sabredeceklerini sormuş, kızının O’na verdiği cevaba uygun olarak, bu süreyi dört ay olarak belirlemiştir. Ayrıca Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in Hz. Aişe (r.anhâ) hakkında:

"Dîninizin yarısını bu Hümeyrâ’dan öğreniniz!" buyurması da dikkat çekicidir.

Bu örneklerden; kadın için aklî ve dînî yönden herhangi bir eksikliğin söz konusu olmadığı açıkça anlaşılmaktadır. Eğer böyle olsaydı, aklî yönden eksik olan bir varlığın, herhangi bir dînî sorumluluğunun olmaması gerekirdi. Oysa kadın ve erkek her müslümanın, Allâh’ın emirlerini yerine getirmek ve yasaklarından kaçınmak hususunda aynı derecede mükellef oldukları, âyet-i kerîmelerde açıkça belirtilmektedir. (66)
*
Dînî sorumluluk bakımından da erkekle kadın arasında eşitlik vardır. Kur’ân-ı Kerîm’de:

"Mü’min olduğu halde, erkek ve kadından kim bir takım sâlih amellerde bulunursa, işte bu gibiler cennete girerler ve zerre kadar zulmedilmezler."

âyetiyle inanıp da iyi işler işleyen herkesin, erkek olsun kadın olsun, aynı şekilde mükâfâta kavuşacakları ve kendilerine en küçük bir haksızlığın yapılmayacağı belirtilmektedir.

Başka bir âyet-i kerîmede de:

"Erkek ve kadın, mü’min olarak kim iyi amel işlerse, onu mutlaka güzel bir hayat ile yaşatırız. Ve mükâfâtlarını, elbette yapmakta olduklarının en güzeliyle veririz.." (68) buyurulur.

Bu âyet-i kerîmede yüce Allâh, kadın-erkek ayırımı yapmadan, inanıp sâlih amel işleyenlere güzel bir hayat yaşatacağını müjdelemektedir.

İslâm dînine göre kadın ve erkek, birbirlerinin hak yoldaki yardımcısı ve destekleyicisidirler. Birbirlerini Allah yolunda ilerlemeye teşvik ederek, yaratılışlarının amacı olan dünyâ ve âhıret mutluluğunu kazanmaya çalışırlar. Kur’ân-ı Kerîm de:

"Mü’min erkekler de, mü’min kadınlar da birbirlerinin dostları ve yardımcılarıdır. İyiliği emrederler, kötülükten vaz geçirmeye çalışırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler, Allah’a ve Rasûlü’ne itâat ederler. İşte bunları, Allah rahmetiyle bağışlayacaktır. Gerçekten Allah, Azîz’dir, Hakîm’dir." (69) buyurarak kadını hakîkî mânâda insan olma mertebesine ulaştırmıştır.

ANNENİN HUKUKUNU KORUMAK FARZDIR

SORU: "Çözümünü bulamadığım bir meseleyi size sormak istiyorum. Daha çocukken babamız, bir kaza sonucu vefat etti. Annem bizi yetim olarak büyüttü. Kendisi İslam'ı bilmeyen, fakat çocuklarına düşkün olan bir insandır. Şimdi epeyce yaşlandı. (...) Annem ibadetlerini zamanında eda etmiyor ve torunlarına kötü örnek oluyor. Defalarca kendisini ikaz ettim. Dedikodu ve gıybet hastalığı ise ayrı bir derttir. (...) Kurban bayramından bir gün önce, halam ile ilgili bazı iddialarda bulundu. Kendisine "Dediklerin doğru olsaydı, yaptığına gıybet denilirdi. Doğru olmadığını hepimiz biliyoruz. Bu huyundan vazgeç!.. Eğer vazgeçmessen vallahi seninle konuşmam" dedim. Sinirlendi ve "Seni doğurduğum güne lanet olsun" dedi.(...) Bayramdan sonra, bana bir şey söylemeden kardeşimin evine gitti. Kardeşime "Eğer ağabeyin gibi davranacaksan hemen söyle!.. Güçsüzler yurduna kaydımı yaptırayım" demiş,(...) Anneye itaatın sınırı nedir? Yeminimi bozmam ve annemin gönlünü almam gerekir mi ?"

CEVAP: Önce bir hususa işaret etmekte fayda vardır. Allahu Teala (cc)'nın kanunlarında herhangi bir değişiklik olmaz. İslam uleması buna "Sünnetullah" veya "Adetullah" adını vermiştir. İnsan anne rahminden; hiçbir şey bilmediği halde dünyaya gelir.

İlk yıllarda tam bir zaaf içerisindedir. Annesi onu sevgi ve merhametle bağrına basar, korur ve büyütür. Çocuk büluğa erdikten sonra; güçlenir ve belli bir meslek sahibi olur. Nihayet bir süre sonra evlenir. Artık o da bir anne veya babadır. Bu "Sünnetullah"; Hz. Adem (as)'dan günümüze kadar hep böyle deveran etmiştir.

Kıyamete kadar değişmeyecektir. Kur'an-ı Kerim'de "Allah sizi bir zaaftan yaratan, sonra diğer bir zaafın ardından kuvvet veren, sonra kuvvetin arkasından da yine zaafa ve ihtiyarlığa getirendir. Allah ne dilerse yaratır." (Er Rum Suresi: 54) hükmü beyan buyurulmuştur.

Müfessirler bu ayet-i kerimede insanın ömür devrelerine dikkatin çekildiğini belirtmişlerdir.(1) Resul-i Ekrem (SAV)'in "Anne ve babaya iyilik etmeyi sürekli tavsiye ettiği" malumdur. Cihada katılma hususunda şiddetli arzu duyan bir sahabesine "Git!.. (Cihada katılma) Yaşlı olan anne ve babana hizmet et!.."(2) emrini vermiştir. Bu tesbitten sonra, "Anneye itaatin sınırı nedir?" sualine cevap arayalım.

Kur'an-ı Kerim'de: "Biz insana anne ve babasını tavsiye ettik. Onun annesi, kendisini zaaf üstüne zaaf ile (karnında) taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl (sürmüştür). 'Bana, Anne ve Babana şükret. Dönüşün ancak banadır' (dedik) Bununla beraber onlar, bilmediğin bir şeyi, bana ortak koşman (müşrik olman) için seni zorlarlarsa, onlara itaat etme. Ama onlarla dünyada iyi geçin. Bana dönenlerin (Müslümanların) yoluna uy.

Nihayet dönüşünüz ancak banadır. O vakit (Hesap gününde) ben size ne yapıyordunuz haber veririm" (Lokman Suresi: 14-15) hükmü beyan buyurulmuştur. İmam-ı Kurtubi: "Anne ve babaya, maruf olan hususlarda itaat etmek gerekir. Günah işlemek, şirk koşmak veya farzlardan birisini terk etmek hususunda; herhangi bir emir verirlerse, itaat edilmez."(3) diyerek, önemli bir mahiyete işaret etmiştir.

Resul-i Ekrem (SAV)'in: "Allahu Teala (cc)'ya isyan hususunda mahlukata itaat yoktur. İtaat ancak ma'ruftadır."(4) hadisi, umumi bir hükümdür. Hanefi fukahası: "Bir mükellef üzerine; fakir oldukları müddetçe; gayrimüslim bile olsalar, anne ve babasına nafaka vermesi vaciptir. Bu Allahu Teala (cc)'nın "Onlarla dünyada ma'ruf bir şekilde geçin" emrine dayanır.

Bu ayet-i kerime; kafir olan anne ve baba hakkında nazil olmuştur. Kaldı ki; kendisi Allahu Teala (cc)'nın verdiği nimetler içerisinde rahatça yaşarken, anne ve babasını açlığa terketmesi ma'ruftan değildir"(5) hükmünde ittifak ettiği malumdur.

Diğer meseleye gelince: Annenizin gıybet veya iftira gibi haram olan fiilleri işlemesi, ağır bir cürümdür. Fakat size, aynı cürümü işlemeniz hususunda herhangi bir emir vermemiştir. Annenize "vallahi seninle konuşmam" demeniz, mün'akid bir yemindir.

Annenizin gıybet gibi haramlardan kaçınmasını arzu etmeniz, güzel bir duygudur. Buna rağmen, yemininizi bozmanız ve keffaret vermeniz gerekir. İbn-i Abidin: "Bir kimse; anne ve babasının şer'an günah olan, örfte ayıp ve ar (utanma sebebi) olan bir fiili işlediklerini gördüğünde, onlara bir defa "bu fena fiili bırakmalarını" emreder, kabul ederlerse ne ala!..

Hoş görmezlerse sükut edip, bir daha emretmez, fakat onlar için dua ve istiğfar eder"(6) diyerek, güzel bir ikazda bulunmuştur. Meselenin özü budur. Birbirimize dua edelim.

(1) Mecmuatu't Tefasir-İst.: 1979 Çağrı Yay. C: 5, Sh: 53 vd. 
(2) Sahih-i Buhari-İst.: 1401 C: 7, Sh: 69 K. Edeb: 3 
(3) İmam-ı Kurtubi-El Camii Li Ahkami'l Kur'an-Kahire: 1967 C: 14, Sh: 64 
(4) İbn-i Kesir-Tefsiru'l Kur'an'il Aziym-Beyrut: 1969 C: 1, Sh: 518 
(5) İmam-ı Merginani-El Hidaye Şerhu Bidayetü'l Mübtedi-Kahire: 1965 C: 2, Sh: 46, Ayrıca Molla Hüsrev-Düreri'l Hükkam-İst: 1307 C: 1, Sh: 418, İbn-i Hümam-Fethu'l Kadir-Beyrut: 1316 C: 3, Sh: 347 
(6) İbn-i Abidin-Reddü'l Muhtar Ale'd Dürri'l Muhtar-İst.: 1983 C: 8 Sh: 31 

ANNE VE BABAYA İTAATİN SINIRI NEDİR

SORU: "Müslüman olduklarını söyleyen, fakat İslam'ı bilmeyen bir ailenin tek çocuğuyum. Annemin ve babamın herhangi bir gelirleri yoktur. İki ay öncesine kadar birlikte oturuyorduk. (...) Gerek babam ve gerekse annem, diğer akrabalarımızın gıybetini yapıyorlar. Bir gün sinirlerime hakim olamayıp 'Gıybet etmeye devam ederseniz, yemin olsun sizinle aynı evde oturmam' dedim. Her ikisi de çok üzüldüler. Annem odasına çekildi ve ağladı. (...) Bir gün ben işte iken, gizlice köye gitmişler. (...) Şimdi ne yapacağıma karar veremiyorum. Hanım ve çocuklar, onları savunuyorlar. Benim hata ettiğimi söylüyorlar. (...) Anne ve babaya itaatin sınırı nedir? Bir Müslüman genç, haram işleyen annesine veya babasına nasihat edemez mi?"

CEVAP: Önce bir hususa işaret edelim, Allahu Teala (cc)'nın kanunlarında herhangi bir değişiklik olmaz. İslam uleması buna "Sünnetullah" adını vermiştir. İnsan anne rahminden hiçbir şey bilmediği halde dünyaya gelir. İlk yıllarda tam bir zaaf içerisindedir.

Annesi onu sevgi ve merhametle bağrına basar, korur ve büyütür. Çocuk büluğa erdikten sonra güçlenir ve belli bir meslek sahibi olur. Nihayet bir süre sonra evlenir. Artık o da bir anne veya babadır. Bu "Sünnetullah", Hz. Adem (as)'den günümüze kadar hep böyle deveran etmiştir.

Kıyamete kadar da aynı kanunlar geçerli olacaktır. Kur'an-ı Kerim'de, "Allah sizi bir zaaftan yaratan, sonra diğer bir zaafın ardından kuvvet veren, sonra kuvvetin arkasından da yine zaafa ve ihtiyarlığa getirendir. Allah ne dilerse yaratır" (Er Rum Suresi: 54 ) hükmü beyan buyurulmuştur.

Müfessirler bu ayet-i kerimede insanın devrelerine dikkatin çekildiğini belirtmişlerdir.(1) Resul-i Ekrem (sav)'in, "Anne ve babaya iyilik etmeyi sürekli tavsiye ettiği" malumdur. Cihada katılma hususunda şiddetli arzu duyan bir sahabesine, "Git!.. (Cihada katılma) Yaşlı olan anne ve babana hizmet et!.."(2) emrini vermiştir. Buradaki inceliğin iyi kavranılması gerekir.

Bu tesbitten sonra, anne ve babanın hukuku üzerinde kısaca duralım.

Kur'an-ı Kerim'de; "Biz insana anne ve babasını tavsiye ettik. Onun annesi, kendisini zaaf üstüne zaaf ile (karnında) taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl (sürmüştür). 'Bana, anne ve babana şükret. Dönüşün ancak banadır' (dedik) Bununla beraber onlar, bilmediğin bir şeyi, bana ortak koşman (müşrik olman) için seni zorlarlarsa, onlara itaat etme. Ama onlarla dünyada iyi geçin. Bana dönenlerin (Müslümanların) yoluna uy.

Nihayet dönüşünüz ancak banadır. O vakit (Hesap gününde) ben size ne yapıyordunuz haber veririm" (Lokman Suresi: 14-15 ) hükmü beyan buyurulmuştur. İmam-ı Kurtubi, "Anne ve babaya, maruf olan hususlarda itaat etmek vaciptir. Günah işlemek, şirk koşmak veya farzlardan birisini terk etmek hususunda herhangi bir emir verirlerse, itaat edilmez"(3) diyerek, önemli bir inceliğe işaret etmiştir.

Hanefi fukahasının, "Bir mükellef üzerine; fakir oldukları müddetçe, gayri müslim bile olsalar, anne ve babasına nafaka vermesi vaciptir. Bu, Allahu Teala (cc)'nın, 'Onlarla dünyada ma'ruf bir şekilde geçin' emrine dayanır. Bu ayet-i kerime, müşrik olan anne ve baba hakkında nazil olmuştur.

Kaldı ki; kendisi Allahu Teala (cc)'nın verdiği nimetler içerisinde rahatça yaşarken, anne ve babasını açlığa terketmesi ma'ruftan değildir"(4) hükmünde ittifak ettiği malumdur. İslam fıkhında itaat, ma'ruf ile sınırlıdır. Resul-i Ekrem (sav)'in, "Allahu Teala (cc)'ya isyan hususunda mahlukata itaat yoktur. İtaat ancak ma'ruftadır"(5) buyurduğu ve umumi olan hükmü beyan ettiği sabittir.

Bu genel izahtan sonra, mektubunuzdaki meseleye geçebiliriz. Önce iki nokta üzerinde duralım. Birincisi: Nafakalarını temin ettiğinizi dikkate alarak, kendinizi babanızın ve annenizin amiri zannetmişsiniz. Halbuki Allahu Teala (cc) onlara, 'üf' bile demeden hizmet etmenizi farz kılmıştır. İkincisi: Babanızın ve annenizin gıybet etmeleri haram bir cürümdür.

Fakat size, aynı haramı işlemenizi emretmemişlerdir. Anne ve babaya nasihatin bir usulü vardır. İbn-i Abidin, "Bir kimse; anne ve babasının şer'an günah olan, örfte ayıp ve ar (utanma sebebi) olan bir fiili işlediklerini gördüğünde, onlara bir defa 'bu fena fiili bırakmalarını' emreder, kabul ederlerse ne ala!..

Hoş görmezlerse sükut edip, bir daha emretmez, fakat onlar için dua ve istiğfar eder"(6) diyerek, nasihat usulünü beyan etmiştir. Size tavsiyem şudur; önce derhal yemininizi bozunuz ve keffaret veriniz. Daha sonra babanızın ve annenizin gönlünü alınız ve onlara hizmet ediniz. Eğer anne ve baban; senden razı olur ve sana dua ederlerse, bu büyük bir nimettir. Meselenin özü budur. Birbirimize dua edelim.

(1) Mecmuatu't Tefasir- İst: 1979, Çağrı Yay., C: 5, Sh: 53 vd. 
(2) Sahih-i Buhari- İst: 1401, C: 7, Sh: 69, K. Edeb: 3. 
(3) İmam-ı Kurtubi- El Camii Li Ahkami'l Kur'an- Kahire: 1967, C: 14, Sh: 64. 
(4) İmam-ı Merginani- El Hidaye Şerhu Bidayetü'l Mübtedi- Kahire: 1965, C: 2, Sh: 46; ayrıca Molla Hüsrev- Düreri'l Hükkam- İst: 1307, C: 1, Sh: 418. 
(5) İbn-i Kesir-Tefsiru'l Kur'an'il Aziym- Beyrut: 1969, C: 1, Sh: 518. 
(6) İbn-i Abidin- Reddü'l Muhtar Ale'd Dürri'l Muhtar- İst: 1983, C: 8, Sh: 311 

ANA-BABAYA NAFAKA

SORU: "Elimden geldiğince İslami hükümlere göre yaşamaya çalışan bir kardeşinizim. Vicdanen rahatsız olduğum bir ailevi meseleyi size sormak istiyorum. Babam geleneksel bir Müslümandır. Kendi kanaatine göre din anlayışı vardır. Namazını kılmasına rağmen, İslami meseleleri hafife alabilmektedir. (...) Babam ile ilişkilerim nasıl olmalıdır? Nafakası benim üzerime vacip midir, değil midir?"

CEVAP: Hanefi fukahası: "Bir mükellef üzerine; fakir oldukları müddetçe; gayrimüslim bile olsalar, anne ve babasına nafaka vermesi vaciptir. Bu Allahu Teala (cc)'nın "Onlarla dünyada ma'ruf bir şekilde geçin" emrine dayanır. Bu ayet-i kerime; kafir olan anne ve baba hakkında nazil olmuştur. Kaldı ki; kendisi Allahu Teala (cc)'nın verdiği nimetler içerisinde rahatça yaşarken, anne ve babasını açlığa terketmesi ma'ruftan değildir"(1) hükmünde ittifak etmiştir. Anne ve babanızın hukukunu muhafaza hususunda hassasiyet göstermeniz zaruret vardır. Meselenin özü budur. Birbirimize dua edelim.

(1) İmam-ı Merginani-El Hidaye Şerhu Bidayetü'l Mübtedi-Kahire: 1965 C: 2, Sh: 46, Ayrıca Molla Hüsrev-Düreri'l Hükkam-İst.: 1307 C: 1, Sh: 418 

Ana Gibi Yâr Olmaz

Atalarımız;
"Ana gibi yâr, vatan gibi diyâr olmaz." demişlerdir.

Hakîkaten dünyâyı diyâr diyâr gezsek, anamız gibi bizi bağrına basarak sevecek ve şefkatle kucaklayacak bir ana bulamayız. İnsan, hanımı gibisini veya ondan daha iyisini her yerde bulabilir, fakat ana gibisini hiç bir diyârda bulamaz.

Âile içinde çocuk üzerinde en çok hakkı olan ve hizmeti geçen annedir. Anne, hâmile kaldığı andan itibâren çocuk yüzünden sıkıntı çekmeye başlar. Doğum sırasında bu sıkıntı, zirveye ulaşır. Kimi zaman doğum, annenin hayâtına mâl olur.

Annenin esas hizmeti, doğumdan sonra başlar. Çocuğun emzirilmesi, giydirilmesi, temizliğinin yapılması, terbiye edilmesi ve tedâvîsi gibi ardı arkası kesilmeden ömür boyu sürecek bir hizmet dönemi içersine girer.

Cenâb-ı Hakk’ın özellikle annelere lutfettiği şefkat duygusu, anneleri; istirâhatini, sıhhatini, yeme-içme ve giyinmesini düşünmeden bütün imkânlarıyla çocuğuna hizmete sevkeder.

Annenin bu sonu ve sınırı olmayan fedâkârlıklarının bedelini, evlâdın maddî bir karşlıkla ödemesi mümkün değildir.

Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz’in huzuruna bir adam geldi ve:
"Yâ Rasûlallâh! Anam iyice ihtiyarladı. Ben onu kendi ellerimle yediriyor, içiriyor ve sırtımda taşıyorum.. Hâsılı her türlü ihtiyâcını karşılıyorum.. Mükâfâta hak kazandım mı?." dedi.

Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz cevâben:
"Hayır, bu senin yaptıkların, ananın senin üzerindeki haklarının yüzde birine bile karşılık değildir. Fakat sen, iyilik ediyorsun. Allâh sana bu az iyilik karşılığında çok sevap verir." buyurdular.

Hz. Peygamber (s.a.v.)’in:
"Cennet annelerin ayakları altındadır." hadîs-i şerîfi de annelerin lâyık oldukları yüce mertebeyi belirlemekte ve erkekle eşit olmaktan öte üstün haklara sahib bulunduklarına işaret etmektedir.

İbn-i Amr (r.a.) anlatıyor:
"Bir adam cihâda iştirâk etmek için Hz. Peygamber (s.a.v.)’den izin istedi. Rasûlullâh (s.a.v.): 
"Annen, baban sağ mı?" diye sordu. Adam: 
"Evet." deyince Rasûlullâh (s.a.v.): 
"Onlara hizmet de cihâd sayılır, sen onlara hizmet ederek cihâd yap!" buyurdu.

18 Haziran 2017 Pazar

Meleklere İman

A) MELEKLERİN TARİFİ

Melekler, gözle görülmeyen, yemeyen, içmeyen, çeşitli şekillere girebilen, günah işlemeyen, Allah’ın nurdan yaratıklarıdır. Kur’an-ı Kerîmde meleklerden çok bahsedilir. Biz bu âyet-i kerîmelerden birkaçını zikretmekle yetinelim:

"... Onlar Allah’ın şerefli kullarıdır. Allah’ın sözünden önce söz söylemezler ve Onun emrine göre hareket ederler." (Enbiya Suresi: 26 - 27. ayetler)

"O melekler ki Allah Teâlâya, kendilerine emrettikleri şeylerde asla âsî olmazlar, emir olundukları şeyleri yaparlar." ( Tahrim Suresi: 6. âyet ).

B) MELEKLERİN ÖZELLİKLERİ

- Devamlı olarak Allah’a ibadet ve itaatle meşgul olurlar,

- Iyilik yaparlar, kötülük yapma kabiliyetleri yoktur,

- Allah’a asla isyan etmezler, karşi gelmezler,

- Erkek ve dişileri yoktur,

- Yemezler ve içmezler,

- Uyumazlar, bizim gibi istirahata muhtaç degildirler,

- Gözle görülmezler,

- Evlenmek ihtiyaci onlarda yoktur.

- Nurdan yaratilmişlardir.

- Yorulmak, usanmak nedir bilmezler.

- Gençlik, yaşlilik gibi durumlara onlarda rastlanmaz.

- Bir anda en uzak mesafelere gidebilirler,

- Kanatlari vardir; fakat bu özelliklerini, bizim bildigimiz kanatlarla karşilaştirmamiz dogru olmaz.

- Yerlerde, göklerde, her yerde vardirlar ve her birinin kendisi ne ait vazifeleri vardir. Bu vazifeleri hakkiyla yaparlar.

Biz melekleri göremeyiz; çünkü her şeyin varligi kendine göredir. Bizim göremedigimiz daha nice varliklar var! Ruhumuzu, aklimizi görebiliyor muyuz? Ama ruhumuz vardir, ayni zamanda akilliyiz. Aklimizi göremiyoruz diye kendimizi akilsiz sanabilir miyiz? Işte melekler de ruh gibi, akil gibi nûrânî bir varlıktır. Sağlam bir akıl bize nasıl doğru yolu gösterirse melekler de bizi hep iyiliğe yönelten kuvvetlerdir. Meleklerin varlığını bütün peygamberler ve ilâhî kitaplar haber vermişlerdir. İlâhî kitaplar peygamberlere melekler vasıtası ile gelmişlerdir. Bunun için, melekleri inkâr etmek aynı zamanda peygamberlerin peygamberliklerini ve ilâhî kitapları da inkâr demektir. Bu ise küfürdür. Böyle bir duruma düşmekten şiddetle kaçınmak lâzımdır.

C) MELEKLERİN ÇEŞİTLERİ

Meleklerin, yapmış oldukları iş ve emr olundukları vazifelere göre çok çeşitleri vardır. Fakat bunların en başında dört büyük melek vardır.

1. Cebrâil Aleyhisselâm: Cenab-ı Hak ile peygamberleri arasında elçilik vazifesi ile emr olunmuştur. Bütün peygamberlere Cenab-ı Hak vahyini bu melek ile bildirmiştir. Bütün meleklerin başı olarak Cebrâil ( a.s )dan Kur’an’da "Rûhu’l - Kudüs, Rûhul Emîn" gibi şerefli isimlerle bahsedilir.

2. Mikâil Aleyhisselâm: Yaratiklarin (mahlûkatın) rızklarına kâinatta meydana gelecek olaylara, tabiat olaylarını yönetmeğe;hastalık, şifa, rahmet, bereket ve benzeri şeylerin kullara ulaştırılması gibi vazifelerle emr olunmuştur.

3. İsrafil Aleyhisselâm: Kıyametin kopması için bir de tekrar diriliş için olmak üzere iki kere sûr üfürmekle vazifelidir. Kur’an’da şöyle bahsedilir:

"Sûr üfürülünce, Allah’ın dilediğinden başka göklerde ve yerde ne varsa hepsi öleceklerdir. Sonra sûr bir kere daha üfürülür. Onlar hemen ayağa kalkarak bekleşirler. " ( Zûmer Sûresi: 68. âyet ).

4. Azrail Aleyhisselâm: Eceli gelenlerin, Allah’ın izni ile ruhlarını almakla vazifelidir. Dilimizde buna " can almak " denir. Nitekim Kur’an’da da şöyle buyrulur:

"...Size memur olan ölüm meleşi caninizi alacak, ondan sonra da Rabb’inize döndürülüp götürüleceksiniz." ( Secde Sûresi: 11. âyet ).

Bunlardan başka yapmiş olduklari vazifelere göre şu melekleri sayabiliriz:

Suâl melekleri: Bunlar Münker ile Nekir adli meleklerdir. Ölü, mezara konup üzerine toprak atildiktan sonra bu melekler gelip "Rabb’in kimdir Dinin nedir Kitabın nedir Peygamberin kimdir" sorularını sormakla vazifelidirler.

Hafaza Melekleri: Bunlar insanları muhafaza eden meleklerdir.

Kirâmen Kâtibîn: Bunlar insanların iyi ve kötü amellerini yazmağa memur meleklerdir. Öyle ki, bunlar insanların hayatının tamamını, gecesini gündüzünü filme alırcasına kaydederler.

"Halbuki sizin üzerinizde bekçiler vardır. Bunlar şerefli kâtiplerdir. Sizin bu işlediklerinizi bilirler." ( Infitar Sûresi: âyet 10 - 12 ).

Bunlardan başka "Hamele-i arş melekleri, cennet ve cehennemde görevli olan melekler" gibi daha pek çok çeşitli vazifeler gören melekler vardır. Bir de bazı melekler vardır ki, "Karûbiyyun veya Mukarrabûn" adını alırlar. Bunların vazifesi Allah’a ibadettir. Yaratıldıkları gün ibadete başlamışlar, Allah’ın dilediği güne kadar da ibadete devam edeceklerdir.

D) MELEKLERE İMANIN, FERT VE TOPLUM HAYATINDAKİ ETKİLERİ

Müslümanlıkta itikat esaslarından her biri, bir amel ve hareketin temelidir. Bu nedenle iman esaslarının yaşanması gerekir. Melek inancı, tabiî olarak günlük hayatta insanı daima iyi işler yapmağa, doğru kararlar vermeğe ve dürüst olmağa yöneltir. Bir kere yaptığı iyiliklerin ve kötülüklerin "Kiramen Kâtibîn" melekleri tarafından tespit olunduğunu, kaydedildiğini, bilinçli olarak kavrayan insan, her halde amel defterine kötülük yazılmasını istemez. Attığı her adımın ilâhî bir gözetim altında olduğuna inanan insanların kıyamet gününde Rabb’ına karşı kara yüzlü çıkmak istemez. İşte melek inancının temelinde insanı iyiliğe sürükleyen böyle itici bir kuvvet vardır. Meleklere inanan insan bilir ki, kendisini iyiliğe çağıran, meleğin sesidir. Kötülüğe çağıran ise, şeytanın sesidir. Cenab-ı Hak kullarına karşı o kadar merhametlidir ki, insana düşman olan şeytana mukabil insana yardımcı ve şeytanın hilelerine karşı onu koruyucu olarak sayısız melekler yaratmıştır. Bu melekler insanlara günlük hayatta daima "Salih ameller = iyi ve faydalı işler" yapmalarını ilham ederler. Nitekim Peygamber Efendimizin şu mübarek sözleri daima hatırlarımızdan çıkmasın:

"O fiskosları yapan, aklını çelmeğe çalışan şeytandır. Ve gizli ses de onun bu sesidir. Bundan Allah’a sığınmak gereklidir.

Eğer içinden gelen ses, hak ve hayra çağırıyorsa bilsin ki o ses, melek tarafındandır, Allah’tandır. Bundan ötürü Allah’a hamdetsin ve o yolu tutsun!"

Buna göre ahlâkî olgunluklar, rûhî yükselmeler ve iyilik sahibi olmalar, meleklere şuurlu olarak îman etmekle olur. Bunlara iman edilmedikçe ve bu imanin şefkatli sesini kalbimizde hissetmedikçe ahlâk güzelligine kavuşamayiz, rûhî yüksekliği elde edemeyiz.

E) CİNLERIN MAHİYETİ

Rabb’ımızın yaratmış olduğu gözle görülmeyen başka varlıklar daha vardır ki; bunların başında cinler gelir. Cin Allah Teâlânın tekliflerine muhatap olan ve insanların gözle göremedikleri varlılıklardır. Bunların Allah’a iman edenleri bulunduğu gibi inkâr edenleri de vardır. Allah’a ilk isyan eden "İblis = şeytan"ın da cinler taifesinden olduğu bilinmektedir.

Cinler hava ile karışık alevli bir ateşten yaratılmışlardır. Cinler, çeşitli sûretlere girmeye ve zor işleri yapmağa güçleri olan varlıklardır. Kısa zamanda bir yerden başka bir yere gidebilme özellikleri vardır.

Peygamberimiz (s.a.v.) hem insanlara hem cinlere peygamber olarak gönderilmiştir. Kuran’ı cinlere de okuyarak Allah’ın emirlerini onlara öğretmiştir.

Kutsal Kitaplara İman

A) KUTSAL KİTAPLAR

İslâmiyetin iman esaslarından biri de kitaplara imandır. Kitaplara iman etmek her müslümana farzdır.

Yüce Allah kullarına mutluluk ve saadet yollarını göstermek için içlerinden bazılarını peygamber seçmiş; onlardan bir kısmına melek vasıtası ile kitaplar indirmiş; yaşam kanunlarını koymuş, emirler ve yasaklar koymuş; iyiyi kötüyü, doğruyu eğriyi göstererek bunların sonuçları konusunda insanları aydınlatmıştır. Böylece insanlara her iki dünyada da mesut olmanın yolları gösterilmiştir. Bu ilâhî mesajların toplamına "İlâhî Kitaplar." veya "Semavî Kitaplar " denir.

İlâhî kitaplar, insan cihazının bütün hassasiyetini, yapılış özelliklerini muhafaza ederek sürdürebileceği ideal yaşam biçimi, hayat kanunları ve işleyiş kurallarıdır. Yaratılmışların en şereflisi olan insanın, gerek yaratanına, gerekse birbirlerine ve başka varlıklara karşı nasıl hareket edeceklerini, nasıl davranacaklarını ilâhî kitaplar bildirirler. Bilinmesi, inanılması gereken meseleleri ve ibadetleri insanlar, sırf kendi akılları ile bulamazlar. Öldükten sonraki hayat, âhiret ahvali, iman esasları, ibadet çeşitleri ve şartları, kardeşlik ve yardımlaşma şekilleri v.b. pek çok konularda insanlar mukaddes kitaplara müracaat etmek zorunda kalmışlardır. Eğer Cenab-ı Hak ilâhî kitapları göndermeseydi insanlar büyük bir vahşet içine düşerler, denizin ortasında rotasını yitirmiş bir gemiye dönerlerdi.

Ne yazık ki, Hz. Adem (a.s.)'den bizim Peygamberimize kadar gönderilen ilâhî kitaplar, peygamberlerine gönderildikleri şekilleri muhafaza edememişlerdir. Hiç değişikliğe uğramadan günümüze kadar ulaşabileni sadece Kur’an-ı Kerîmdir.

Biz kitaplara inanırken, onların Allah'ın gönderdiği ilk orijinal şekillerine inanırız. Onların hepsinin hak ve Allah tarafından olduklarına iman ederiz.

B) KİTAPLARIN ÇEŞİTLERİ

a. Sayfa halinde gelenler: Bunlara suhuf(sayfalar) denir.

10 sayfa Adem Aleyhisselâma
50 sayfa Şit Aleyhisselâma
30 sayfa İdris Aleyhisselâma
10 sayfa İbrahim Aleyhisselâma gelmiştir

b. Dört büyük kitap:

Tevrat: Musa Aleyhisselâma
Zebûr: Dâvut Aleyhisselâma
İncil: İsa Aleyhisselâma
Kur’an: Muhammed Aleyhisselâma gönderilmiştir.

C) KUR’AN-I KERİM

Kur’anı Kerim son peygamber Hz. Muhammet (s.a.v.)e Allah tarafından Cebrail (a.s) aracılığı ile nazil olmuş mukaddes kitapların sonuncusudur. Kur’an adı bizzat âyetlerde geçer. " Onlar hâlâ Kur’anı gereği gibi düşünmeyecekler mi?" ( Nisâ: 82 ).

Kur’an-ı Kerîm, Müslümanların mukaddes kitabıdır. Tevrat, Zebur ve İncil’de olduğu gibi Kur’an’da herhangi bir tahrif olmamıştır. Kıyamete kadar da olmayacaktır. Çünkü Allah ( c.c.) Kur’anın muhafaza olunacağını bizzat vaat etmiştir. "Kur’anı biz inzal ettik, şüphesiz koruyucuları da biziz." (Hicr:9)

a. Nazil Oluşu (Levh-i mahfuzdan yer yüzüne indirilişi)

Kur’an-ı Kerîm, âyet âyet, sûre sûre, ihtiyaçlara cevap olarak 23 senede vahiy yoluyla Hz. Peygambere gelmiş, vahiy kâtipleri tarafından yazılmış, yüzlerce hâfız tarafından ezberlenmiş tevatür yoluyla hiçbir değişikliğe ve eksikliğe uğramadan bize kadar gelmiştir.

Bu mübarek kitap, Peygamberimize 40 yaşında iken nazil olmağa başlamıştır. Milâdî 610 yılının 27 Ramazanında Cebrail (a.s)ın "Oku" emrini getirmesiyle Kuran’ın nüzulü başlamış ve 63 yaşında tamamlanmıştır.

O lâfzı, manası, üslubu ve bütün yönleriyle Allah kelâmıdır. O, ebedî bir mucizedir. Hiçbir beşer sözüne benzemez.

Kur’an-ı Kerîm 114 suredir. Kur’anın ayetleri hususunda ise âlimler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu itibarî olup, esasta bir fark yoktur. Bazı âlimler sûre başlarındaki besmeleleri ve mukattaa harflerinden bir kısmını müstakil âyet saymışlardır. Bazıları da secâvendle ayrılmış olan âyetleri iki ayrı âyet saydıklarından âyet sayısı değişik rakamlarla ifade edilmiştir. Bu Kuran’ın kendisinde bir eksiklik veya fazlalık değil, var olanın değişik sayımıdır.

Ebu Amr ed-Dâni’ye göre âyetlerin sayısı 6000’dir.
İsmail b. Cafer’e göre âyetlerin sayısı 6214’tür.
Ehl-i Mekke’ye göre âyetlerin sayısı 6219’dur.
Ehl-i Kûfe’ye göre âyetlerin sayısı 6236’dır
Basralılara göre âyetlerin sayısı 6204’tür
Şamlilara göre âyetlerin sayisi 6226’dır
Zemahşerî'ye göre âyetlerin sayısı 6666’dır

Kur’anın kelimeleri: 77439, harfleri: 332015’tir.

b. Toplanışı:

Peygamberimize Kur’an âyetleri ve sûreleri geldikçe Efendimiz (s.a.v) bunları yanında olan ashabına okurdu. Ashap hem duyduğu Kur’an âyetlerini ezberler hem de bir tarafa yazarlardı. Ayrıca nazil olan âyetleri yazmakla vazifeli Müslümanlar vardır ki bunlara "vahiy kâtipleri" denirdi. Böylece Kur’an-ı Kerîm, Peygamberimizin sağlığında çok sayıda Müslüman tarafından ezberlenmiş, yazılmış ve vahiy kâtipleri tarafından da yazı ile kaydedilmişti. Ancak ayrı ayrı olan sayfalar toplanmış değildi.

Peygamberimizin vefatından sonra ilk halife Hz. Ebû Bekir zamanında Yemâme savaşlarında 70 kadar hafız şehit olmuştu. Hz. Ömer, Hz. Ebû Bekir’e müracaat ederek bizzat Peygamberin sağlığında onun lisanından ezberlenmiş olanlar ölüp gitmeden Kuran’ın kitap halinde bir araya getirilmesini teklif etti. Hz. Ebû Bekir bir süre düşünüp, istişare ettikten sonra vahiy kâtiplerinden Zeyd bin Sabit’in başkanliginda bir komisyon kurarak titiz bir çalişma yapti. Böylece âyet ve sûreler Hz. Peygamberin, vahiy kâtiplerine bildirdiği tertip üzere bir araya getirildi.

Kur’an-ı Kerîm böylece toplanmıştır. Vefatına kadar Hz. Ebû Bekir’de kalmış olup sonra ikinci halife Hz. Ömer’e geçmiş, daha sonra Hz. Ömer’in kızı ve Peygamberimizin eşi olan Hz. Hafsa’ya geçmiştir. Titizlikle korunan bu nüsha kutsal bir emanet olarak Hz. Osman’a intikal edince ilk nüsha esas olmak üzere adedi çoğaltılarak yediye çıkarılmış ve Müslümanların nüfuz bakımından çoğunlukla oturmakta olduğu büyük şehirlere gönderilmiştir. Bu çoğaltılan nüshalar da büyük bir şuur ve dikkatle muhafaza olunmuştur. Böylece Kur’an bir yandan ezber (hıfz) yoluyla bir yandan da toplanıp yazılarak tevatüren (yalan söylemelerine imkân olmayan çok sayıda kalabalık tarafından günümüze kadar bir harf bile tahrif olunmadan) gelmiştir.

Kuran’a sevgi ve saygı duymak, gösterdiği yoldan gitmek, her müslümanın borcudur. Kur’an yolu, saadet ve hak yoludur.

c. Özellikleri:

Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerîm’e bir takım özellikler vermiştir ki, başka hiçbir kitapta bulunmaz:

Tarihî belgelere ait bütün şartları, içinde toplayan yegâne mukaddes kitap, Kuran’dır.

Lâfız ve manası ile beraberce Cenab-ı Hak tarafından vahy olunmuş olup bu konuda Cebrail (a.s) ve Muhammet (s.a.v) sadece vasıta olmuştur. Kur’an, Allah Teâlâ’nın ezelî kelâmıdır.

Peygamberden zamanımıza kadar tevatür yoluyla nakledilmiş ve tevatür yüz binlerce, milyonlarca insan tarafından zamanımıza kadar devam ettirilmiştir.

Kur’an kolayca öğrenme özelliğine sahiptir.

Kur’an hem lâfız, hem mana bakımından mucizedir. İnsanda hayranlık uyandıran bir eşsizliğe sahiptir ve benzeri, insanlar tarafından yapılamayacaktır.

Kuran’ın bir başka özelliği ise dünyada başardığı büyük değişikliktir. O, (23) yirmi üç sene gibi kısa bir zamanda yüzyıllar boyunca kökleşip yerleşmiş olan putperestlik ve buna bağlı yüzlerce ahlaksızlığı ve yüz kızartıcı ahlâksız adetleri kökünden silip süpürmüştür. Kuran’ın en mühim özelliklerinden biri insan ruhunda meydana getirdiği büyük tesir ve buna paralel olarak yaptığı inkılâptır.

Kur’an’da çok kısa âyetlerde, çok büyük hakikatler dile getirilmiştir.

Namazlarda zorunlu olarak, namaz dışında hükümlerini öğrenip anlamak gayesi ile sürekli olarak okunur.

Kur’an, başka kitaplar gibi belli bir millete ve belli bir zamanin ihtilaçlarini karşilamak üzere degil bütün zamanlarin ihtiyacini karşilamak üzere ve bütün insanliga gönderilmiştir.

Hakiki mümin Allah Teâlânin bütün kitaplarina inanir ve Hak Teâlânin insanlara son kitabi olan Kur’an-ı Kerîme sarılır, onun hükümlerine riayet etmeğe çalışır. Kuran’ın üstünlüğüne dair Peygamberimizin hadis-i şerifleri çoktur. Peygamberimizin Kur’an-ı: "... Allah’ın metin bir ipi, açık bir nûru, hikmet dolu bir zikri ve sırat-ı müstakîmdir.. Alimler ona doymaz mattakiler ondan usanmaz, onun ilmini bilen ileri gider, onunla hükmeden adalet eder. Ona sıkı sarılan doğru yola hidayet bulur." hadisi ile ne güzel tanıtmıştır! İslâm âlimleri Kuran’ın üstün özelliklerini tanıtmak için ciltler dolusu eserler yazmışlardır.

Ahiret'e İman

A) AHİRET NEDİR?

Ahiret kelimesinin sözlük anlamı, son ve sonra olandır. Bu anlamda dünyanın sonuna ahiret denir. Terim olarak ahiret, ölümden sonra insanların tekrar dirilmesiyle başlayan ve ebediyen devam eden bir hayatın adıdır.

İçinde yaşadığımız dünyada bulunan her şey sürekli bir değişiklik göstermektedir. Her şeyin durmadan değiştiğini, eskidiğini, canlıların doğup, büyüyüp, gelişip,yaşlanıp öldüklerini, hep gözlemekteyiz.

Yaratılmış olan varlıkların zamanı gelince yok olmaları doğaldır. Çünkü Yüce Allah’tan başka ölümsüz, kalici varlik yoktur. şu halde her şey belirli süreler içersinde varligini devam ettiriyor, sonra da yok oluyor. Bu varliklar arasinda kendisine verilen akil, irade ve güç sayesinde özel bir yere sahip olan insan da belirli bir süre yaşadiktan sonra ölmektedir. Işte insanin canli kaldigi, varligini sürdürdügü bu zaman süresine ömür diyoruz. Insan ömrünün belli bir zaman sonra Allah’ın emriyle son bulmasına da ecel diyoruz. Dünyada her gün veya her an vakti gelen insanların ömürleri tükeniyor; diğer taraftan da yeni doğanlarla yeni hayatlar başlıyor. İşte bunlar gibi bu dünyanın da bir ömrü, bir sonu vardır. Dünyanın bu son bulma anına "Kıyamet kopması" diyoruz. Bundan sonra, Yüce Allah yeni bir âlem yaratacak, bütün ölüleri diriltecek ve hepsini "Mahşer" denilen yerde toplayacaktır. İşte bu yeni âleme "Ahiret" denir.

Ahirete, ahiret günü, kıyamet günü, din günü, ceza günü, son gün, diriliş (ba's) günü gibi isimler de verilmiştir.

İnsana hayat ve canlılık veren ruh, insanın ölümü ile bedenden ayrılır ve ruhlar âlemine gider.

Kıyametin kopma zamanı gelince İsrafil adlı melek Allah’ın emriyle Sûra üfleyecek bütün bu âlemin düzeni bozulacak, her şey alt üst olup taş üstünde taş kalmayacak ve bu dünya hayatı son bulacaktır.

İsrafil’in Sûra ikinci defa üflemesiyle bütün ölüler dirilecek ve yeni bir âlem kurulacaktır. Burada insanlara dünyada yaptıkları bütün iyilik ve kötülükleri açıkça gösterilecektir. Sevabı, yani iyilikleri çok olanlar Cennete gideceklerdir. Günahı, yani kötülükleri çok olan Müslümanlar günahlarının cezasını görmek üzere Cehenneme gireceklerdir. Bunları Yüce Allah dilerse affeder, dilerse cezalarını çektikten sonra yine Cennete koyar. İnkâr edip iman etmeyenler ebedî olarak Cehennemde kalacaklardır.

İşte yeniden dirilme ile başlayıp sonsuza kadar sürüp gidecek olan hayata âhiret hayatı ve bu hayatın geçtiği âleme de âhiret âlemi veya öteki dünya denir. Bu konuda Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Sûra üflenince, Allah’ın diledikleri müstesna olmak üzere göklerde ve yerde, kim varsa hepsi düşüp ölmüş olacaktır. Sonra Sûra bir daha üflenince, hemen ayağa kalkıp, bakakalacaklardır." (Zümer: 68.)

Birinci Sûrda Allah’ın dilemesiyle ölmeyip kalanlar, Cebrail, Mikâil, Israfil, Azraîl, veya hamele-i arş(Arşı taşıyan melekler), ya da Rıdvan melekleri, hûriler, cennetin hazînedarı olan Malik’le cehennem bekçileri olan zebânîlerdir. Bu âyete göre " Sûr " iki defa üflenecektir: Birincisi ölüm üfleyişi, ikincisi de ba’s (dirilme) üfleyişidir.

B) AHİRET GÜNÜNE NİÇİN İNANIRIZ

Ahiret gününe inanmak, iman esaslarindan beşincisidir. Ahirete inanmayan kimse gerçek mümin olamaz. Kur'an-i Kerimde müminlerin özellikleri sayilirken:

"Ey Muhammet, onlar sana indirilen kitaba da, senden önce indirilenlere de inanirlar; ahirete de onlar kesinlikle inanirlar" (Bakara / 4) buyrulmaktadir.

Bir başka ayette:

"Kim Allah'i, meleklerini, kitaplarini, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse, mutlaka haktan çok uzak, derin bir sapikliga sapmiştir." (Nisa /136) buyrulmaktadir.

Önemine binaen Kur'an-i Kerimde birçok ayette Allah'a imandan hemen sonra, Ahirete iman zikredilmiştir.

"Allah'a ve ahiret gününe inanip salih amel işleyen kimselerin Rableri katinda büyük ecirleri vardir. Onlar için korku yoktur, onlar mahzun da olmazlar." (Bakara / 62),

"Insanlardan bazilari, biz Allah'a ve ahiret gününe inandik derler. Halbuki onlar inanicilar degildirler." (Bakara / 8) ayetlerinde oldugu gibi.

Çünkü ahirete inanan kimse, onun peygamberine, dolayisiyla meleklerine ve kitaplarina kolayca inanir. Allah’ın yüce sıfatlarını öğrenince de, hayrın ve şerrin Allah'tan olduğuna ve her şeyi onun takdir edip yarattığına, yani kaza ve kadere de inanır. Ama tecrübe ve müşahede alanı dışında kalan ve sadece nakille, Allah ve Rasülünün haber vermesiyle bilinen yepyeni bir alemin ve hayatın, yani ahiret hayatının var ve hak olduğuna inanmak, daha büyük teslimiyet ister. Bu bakımdan, ahiret hayatına inanmak, iman esasları arasında önemli bir yer tutar.

Ahirete inanan kişi öldükten sonra tekrar dirileceğine, dünyadaki işlerinin karşılığı olan cennet ve cehenneme ve oradaki hayatın sonsuz olduğuna da inanır. Böyle bir inanca sahip olan kişi, yaptığı bütün işlerden sorumlu olduğunu, herkese hakkının burada verileceğini düşünür ve kavrar. Ahiret hayatındaki sonsuz mutluluğun, ancak bu dünyada kazanılacağını da bilir.

Bu dünya bir bakıma ahiretin tarlası gibidir. Burada ne ekersek orada onu biçeceğimize şüphe yoktur.

Ahiret inancı bize çok şeyler kazandırır. İnsanların birçoğu hayatı yalnız bu dünyadan ve kendi menfaatlerinden ibaret görürler. Mal, mülk, para onlar için her şeydir. Bu uğurda haksızlık bile yapabilirler. Daha çok kazanabilmek için başkalarına karşı acımasız olabilirler. İşte böyle insanlardan oluşan bir toplumda ahlâkı korumak güçleşir. Her türlü kötülük bu tür toplumlarda çoğalır.

İnançlı kimseler ise, bu dünyanın geçici olduğunu, ölümle her şeyin bitmediğini, öldükten sonra dirilmenin gerçek olduğunu, âhiret âleminin ebedî olduğunu, düşünürler ve bilirler. Böyle kişiler, bu dünyada daha bilgili ve ahlâklı olmağa çalışırlar. Doğru yollardan, yalana, hileye, rüşvete başvurmadan çalışarak kazançlarını artırırlar. Herkese yardım ederler, kimseye kötülük etmezler. Düzenli, mutlu, saygılı, merhametli olurlar. Adaletten ayrılmazlar, kimseye haksızlık ve eziyet etmezler.

C) AHİRETE İMANIN FERT VE TOPLUM ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ

Gerçekten uhrevî sorumluluk fikri, İslâm dininde bir asıldır. Fert ve toplum meselesi de bununla ilgilidir. İslâm dininde âhiret ve sorumluluk fikri, korku ve ümit, fertleri topluma bağlayan bir âmildir.

Ahirete iman, daha yüksek ve ebedî bir hayata imandır. Bu dünyaya, ilim ve fazilet kazanmak, bulunduğu hayattan daha ulvî ve ebedî bir hayata yükselmek için geldiğine ve o âlemdeki mutluluğun bu dünyada kazanacağı yüksek ilim ve faziletlere bağlı olduğuna iman etmiş olan bir insan ve toplum için şu tesirleri görülür:

1- Ahiret inancının gösterdiği yolu tutarak aklını, ahlâkını hakîki ve müspet ilimlerle aydınlatır.

2- Bilgisizliğin doğuracağı eksikliklerin gayeye erişmesine engel olacağından korkar. ahirete iman suretiyle Yüce Allah tarafından kendisine verilen aklî kabiliyetleri, insânî özellikleri yaratıldıkları gaye uğruna harcar.

3- İnsan, bu iman sayesinde her işinde doğruluktan ayrılmaz.

4- Para kazanıp zengin olmak isterse kazancını meşru yollardan kazanır.

5- Hile ve aldatma, vurgunculuk ve rüşvet yollarına yaklaşmaz.

6- Kendi hakkını bilir, başkalarının haklarını gözetmeyi bir borç sayar.

7- Vazifelerini tam anlamıyla vaktinde ve zamanında yapar.

8- Kazancını daima yerinde ve faydalı işlerde kullanır.

9- Bir mükâfat ve ceza gününün varlığı ve herkesin bu dünyadaki işinden dolayı Allah’ın huzurunda sorguya çekilecekleri gerçeği âhirete iman etmiş olan kimselerin kalbine yer etmiş olur.

10- Milletler ve toplumlar arasındaki bağların ve ilişkilerin sağlam bir hale gelmesini kolaylaştıracak olan en büyük vasıta âhirete imandır. Bu iman fertlerin kalbinde ne kadar kuvvetli olursa, toplumlar arasındaki ilişkiler de o derece sağlam olur. Çünkü bu iman, her ferdi kendi sınırında durdurup başkasının sınırına geçirmez.

Ahirete iman, insanların kalbine barış hisleri saçan ezelî bir ruhtur. Çünkü barış hissi, adalet ve sevginin meyvesidir. Adalet ve sevgi ise güzel ahlâkın meydana getirdiği şeylerdir. Güzel ahlâk da âhirete imanının aşılamış olduğu bir özelliktir.

D) KABİR HAYATI

İnsan denilen yaratığın yaratılmasıyla başlayan ve değişik biçimlerde devam eden yaşam evreleri vardır. İlk önce ruh olarak yaratılan insanın birinci hayatı ruhlar aleminde başlar ana rahmine gelinceye kadar devam eder; ikinci hayatı, ruhlar alemindekinden farklı bir biçimde ana rahmindeki hayatı; üçüncü hayatı, ruhlar alemindekinden ve ana rahmindekinden de farklı dünyadaki hayatı; dördüncü hayatı, yine öncekilerden farklı bir biçimde kabir hayatı, beşinci ve son hayatı da ahiret hayatıdır.

İşte bir insan öldükten sonra, ahiretin kapısı olan kabir hayatına intikal eder. Kabir hayatı; kabirde vaki olacak sorularla başlar, ölünün kabrinde amellerine göre nîmetlere kavuşması veya azap olunmasıyla kıyamete kadar devam eden bir hayattır.

Dünya hayatı sona eren bir kimse ister bir kabre defnedilsin, ister denize atılsın, isterse hayvanlar tarafından cesedi parçalansın, yensin veya ateşte yansın, mutlaka Rabbinden, peygamberinden ve dîninden sorguya çekilecektir. Ölen kimseleri sorguya çekmek için Allah tarafından görevlendirilen meleklere "Münker ve Nekir" melekleri denir. Bu melekler her ölüye "Rabbin kimdir", "Dinin nedir", "Peygamberin kimdir" sorularını sorurlar. Mümin olanlar bu sorulara kolaylıkla cevap verirler ve o andan itibaren kabirleri genişler, güzelleşir ve cennet bahçelerinden bir bahçe olur.

Kâfir ve münafıklar ise bu sorulara cevap veremezler. Onları da kabirleri, kaburgalarını kırıp birbirine geçirinceye kadar sıkar. Kabirlerinden cehenneme bir pencere açılır ve hak etmiş oldukları azabı, çeşitli şekillerde çekmeye başlarlar.

Kabirdeki sual, peygamberler, buluğa ermeden önce ölen çocuklar ve yine akıl baliğ olmadan önce delirenler ile Allah'ın dilediği kimseler hariç, herkese sorulur. Nimet veya azap ise sadece hak edenleredir.

Cenab-ı Allah, ölünün bedeninde lezzet ve elemi idrak edebilecek bir çeşit hayat yaratır da ölü bu biçimde ya nimetlere kavuşur veya azap görür.

Ölü kabre girince ruhu cesedine veya bedeninin parçalarından bir kısmına sirayet eder ve ölü bu sûretle bir çeşit hayata sahip olarak kendine yöneltilen soruları anlar, lezzet ve elemi anlamaya uygun bir duruma gelir. fakat ruhun bu sirayeti ölünün tamamen harekette bulunmasını gerektirmez. Farz edelim ki, ölüye soru yöneltildiği bir anda kabri açılacak olsa, kendisinde asla bir hareket ve üzüntü görülemez.

Ahiret hayatını dünyadaki hayata tamamen kıyas etmek doğru değildir. Bunu bir örnekle açıklayabiliriz: şöyle ki: Yanımızda iki kişinin uyumakta olduğunu farz edelim. Bunlar derin bir uykuya dalmışlar, kendilerinde hiçbir kımıltı görülmüyor. şimdi bunlardan biri tatlı bir rüya görüyor; güya en sevdiği arkadaşlarıyla beraber en güzel bir bahçedeymiş gibi... Bahçeyi süsleyen çiçeklerin güzel kokularından istifade ediyor, çeşitli ağaçların meyvelerinden kopararak tatlı tatlı yiyor. Hasılı kendisi pek neşeli bir halde bulunuyor. Aksine diğeri de, pek elemli bir rüya görüyor. Adeta bir takım caniler ile beraber ızdıraba, acı çekmeye hapsedilmiş... Hapishanenin her duvarından üzerine akrepler, yılanlar, vahşi hayvanlar saldırıyor. Bu durumda bedenî ve ruhî bakımdan sahip olduğu üzüntü sonsuz. Halbuki biz bu iki insanın sakin, sessiz, uykuya dalmış, hareketsiz bir halde olduklarını görürüz. Bunların ne neşelerini, ne de elem ve ızdıraplarını göremeyiz.

İşte bunun gibi bir ölü de kabrinde ya sıkıntı ve ızdıraba düşer, kabri kendi hakkında sıkıntı ve azap yeri olur. Veya refah ve rahata erişir, kabirde cennet nimetleriyle mükâfatlandırılır ve kabri bir cennet bahçesi olur. Artık onların âlemi başka bir âlemdir. Dünyada yaşayanlar o âlemin durumlarını anlayamazlar. Ancak bu hayata iman, bu durumları anlamayı kolaylaştırır.

Kabirdeki sual, azap ve nimeti anlatan Kuranda ayet ve manaca tevatür derecesine varan hadis-i şerifler mevcuttur.

Kur'an-ı Kerimde, Fir'avn ve hanedanı hakkında, onların her gün sabah akşam ateşle azap olunduklarını haber veren şu ayet-i kerime vardır:

"Onlar, sabah akşam ateşe arz olunurlar. Kıyamet koptuğu gün de: "Fir'avn'ın hanedanını azabın en şiddetlisine sokun." (Mümin/46) denir.

Konuyla ilgili hadis-i şerifler şunlardır:

Zeyd bin Sabit (r.a.)'den yapılan sahih rivayete göre, Resülullah (s.a.v.) Efendimiz Neccar oğullarına ait bir kabristandan geçerken binmiş olduğu katır ürktü, neredeyse Resülullah düşecekti. Orada ya altı, ya beş, ya da dört kabir bulunuyordu. Bunun üzerine Efendimiz sordu: "Bu kabirde yatanları bilen var mı" Bir adam ayağa kalkarak "Ben biliyorum.." deyince, Efendimiz: "Bunlar ne zaman öldüler" diye sordu. O da "Eşrat'ta (Cahiliyette) öldüler" diye cevap verdi. Efendimiz, "Birbirinizi defnetmeyi terk endişem olmasaydı, kabir azabından işittiğimi sizin de işitmeniz için Allah'a dua edip isterdim!" buyurduktan sonra bize döndü ve: "Kabir azabından Allah'a sığının!" diye uyarıda bulundu. Biz de: "Kabir azabından Allah'a sığınırız" dedik. Sonra tekrar bize: "Cehennem azabından Allah'a sığının!" diye emretti. Biz de: "Cehennem azabından Allah'a sığınırız" dedik. Sonra "Ortaya çıkan ve çıkmayan fitnelerden Allah'a sığının!" buyurdu. Biz de: "Ortaya çıkan ve çıkmayan fitnelerden Allah'a sığınırız" dedik. Sonra, "Deccal fitnesinden Allah'a sığının!" diye emretti. Biz de: "Deccal'in fitne-sinden Allah'a sığınırız" dedik. (Müslim)

İbn-i Abbas (r.a.)den rivayet edilmiştir: Resülullah (s.a.v.) iki kabre uğradı da:

"Hiç şüphesiz, bunlar azap görüyorlar. (Gözlerinde) büyüttükleri bir şey hakkında azap görmüyorlar. Evet, o günah büyüktür. Biri (iki kişinin arasını bozmak için) söz taşırdı. Diğerine gelince, idrar(ının üzerine sıçrayıp bulaşmasın)dan sakınmazdı" buyurdu. (Buhari)

Abdullah Ibn-i Ömer (r.a)den rivayet edilmiştir: "Sizden biriniz vefat ettiğinde sabah ve akşam ona kendi makamı gösterilir: Cennet ehlinden ise, cennet ehli makamlarından bir makam; cehennem ehlinden ise, cehennem hücrelerinden bir karargâh gösterilir. Ve ona: Burası senin (ebedi) durağındır. Kıyamet günü Allah seni buraya gönderecektir, denilir." (Buhari)

E) KIYAMET

Kıyamet denilen dünyanın sonu gelmezden önce bazı garip, olağanüstü olaylar zuhur eder ki, bunlara kıyamet alâmetleri denir. Bunlar kıyametin yaklaştığının ön belirtileridir. Zira kıyametin tam kopacağı zamanı ancak Allah (c.c) bilir. Kullar, bazı alâmetlerin zuhuru ile kıyametin yaklaştığını bilebilirler. Bu alâmetlerin meydana geleceğini Peygamberimiz (s.a.v.) haber vermişlerdir.

Ancak, şunu belirtmeliyiz ki, kıyamet alâmetleri dediğimiz olayların olması, bizim bildiğimiz ve anladığımız manada olmayabilir. Yani o olaylar meydana geldiği ve alâmetler görüldüğü halde, biz onların farkında olmayabiliriz. Çünkü, kıyamet alâmeti olarak gösterilen hadiseler, çok kesin hatlarla tayin edilmiş değildir. Bundan dolayı alâmetin meydana gelişinin farkına varmamış olabiliriz. Öyleyse müslümana düşen, kıyamet alâmetlerini ve zamanını araştırmak değil, her an kıyamete hazır olmaktır. Çünkü ölümle insanın kıyameti kopacaktır. Ölümün ise geleceğini önceden haber veren alâmetleri, herkes için yoktur.

Kıyamet alâmetleri küçük ve büyük alâmetler olmak üzere iki grupta toplanır. Bu ayırış, İslâm alimleri tarafından şu iki nokta göz önünde bulundurularak yapılmıştır:

Küçük alâmet sayılanlar, insanların kendi iradelerine ve hareketlerine bağlı olanlardır. Bunlar insanların kendi fiilleri sebebiyle meydana gelen şerlerden ibarettir. Büyük olanlar ise, insan iradesine başlı olmayan alâmetlerdir.

Küçük alâmetler, zaman itibariyle daha önce meydana gelecektir. Kıyametin kopuşuna, büyüklere kıyasla daha uzaktırlar. Büyük alâmetler ise, kıyamete oldukça yakındırlar. Büyük alâmetler görüldükten sonra artık sayılı günlere girilmiş, dünya rayından çıkmış, mahvolmağa yönelmiş demektir.

F) MÜKAFAT VE CEZA

Ahiret gününe iman etmenin temelinde bu dünyada yapılanların öteki dünyada mükâfat ve ceza olarak karşılıklarının görülmesi vardır.

Yüce Allah bu konuda şöyle buyuruyor: "İşte kim zerre ağırlığınca bir hayır yaparsa onun sevabını görecek; kim de zerre ağırlığınca şer yaparsa onun cezasını görecektir." (Zilzal : 7 - 8.)

Hayat yolunda insanoğlunun üç (3) konağı vardır: Biri bu fânî âlemdir ki buna "Dünya" denir . İkincisi kabir âlemidir ki, buna "Alem-i Berzah" denir. Üçüncüsü ise, ebedî yaşayış âlemidir ki, buna da "Ahiret evi" denir.

Resûl-i Ekrem (sav)e nazil olan vahiyde üç konağın her üçünde de insanın mükâfat ve ceza göreceği bildirilmiştir. İnsan amellerinin cezasını ve mükâfatını başarısızlık ve başarı şeklinde görecektir. Sonra insan ruhu ikinci konağa geçecek; orada da insan kendi amellerinin görüntüsünü bir parça görecektir. Sonra bu mevcut dünyanın bütün işleri sona erecek, fânî âlemin bütün şekil ve görüntüsü silinip ortadan kalkacak, nihayet yeni bir âlem meydana gelecek; o zaman fânî insanlar ebediyete kavuşmak için uyanıp kalkacaklar, bütün amellerin tamamiyle karşılığını mutlaka göreceklerdir.

İnsanın ilk ceza göreceği yer bu dünyadır. Her ne kadar insanın iyilik ve fenalığının tam karşılığını öteki dünyada "Ahirete" bırakılmışsa da, yaptığı işlerin karşılığını bu dünyada da az çok görür. İnsan salih amel, iyi işler karşılığı olarak; izzet, şöhret, şan, şeref, sevgi, güven, refah, saltanat ve egemenliğe sahip olur. Aksine kötü amellerle, fena işlerle de zillet, rezalet, şerefsizlik, perişanlık, güvensizlik, korku, keder ve mahkumiyete uğrar. Yüce Allah bu hususta şöyle buyuruyor:

"Bu dünyada iyilik edenler için iyilik vardır. Ahiret yurdu ise daha iyidir. Fenalıklardan sakınanların yurdu, en güzel, en mükemmel yurttur." (Nahl / 30 )

"Allah’ın mescitlerinde, Allah’ın adının anılmasına engel olan ve onların harâb olmasına çalışanlardan daha zalim kim vardır? Aslında bunların oralara ancak korkarak girmeleri gerekir. (Başka türlü girmeğe hakları yoktur.) Bunlar için dünyada bir rezillik, âhirette de büyük bir azap vardır." (Bakara : 114.)

"... Sizden kim, dininden döner de kâfir olarak ölürse, onların yaptıkları işler dünyada da âhirette de geçersiz sayılmıştır. Onlar cehennemliktirler ve orada devamlı kalırlar." (Bakara: 217.)

G) HAŞR VE MAHŞER

Haşrin sözlük manası, toplamaktır; Mahşer de toplanılan yere denir. Terim manası ise, kıyamet gününde dirilmeyi(ba'si) müteakip mahlukatın bir araya toplanmasıdır.

Kuran’da: "Bütün insanların bir araya toplanacakları gün" (Hud / 103), olarak nitelenen haşr için, "Sizi toplanma gününde bir araya getirdiği gün, işte o, kimin aldandığının ortaya çıkacağı gündür." (Tegabün / 9) , "Onların hepsini bir gün toplarız" (Yunus / 28), "...o gün, suçluları korkudan gözleri göğermiş olarak toplarız." (Taha / 102), "Gözleri dönmüş olarak, dağılmış çekirgeler gibi, kabirlerinden çıkarlar ve çağırana doğru koşarlar." (Kamer /7-8) buyrulur.

Kıyamet günü Allah Tealâ yeryüzünü dilediği şekle sokar. Mahşer yeri, Peygamberimizin ifadesine göre: "Üzerinde hiçbir alâmet (dağ, deniz, bitki v.b.) bulunmayan, halis buğday unundan yapılmış yufka gibi beyaz ve parlak bir düzlük" (Buhari) olacaktır. Dirilişi müteakip mahlukat, hesap ve kısas için bu düzlükte toplanacak. Hesaplaşmadan sonra ise hayvanat toprak olacaktır.

Ba's (diriliş) ve haşr, bazılarının dediği gibi sadece ruh ile değil, ruh ve cesetle birlikte olacaktır. Ahiretin varlığının ispatı konusunda da işaret edildiği gibi, insanları yoktan var eden Allah'ın onları, çürüyüp toprak olduktan sonra çürümüş parçalarını bir araya toplayıp diriltmeye de gücü yeter. Üstelik konu ile ilgili ayet ve hadislerin pek çoğunda bu husus açıklanmıştır.

Kur'an-ı Kerimde: "İnsan zanneder mi ki, biz onun kemiklerini toplayıp bir araya getiremeyeceğiz. Evet biz, parmak uçlarını bile derleyip iade etmeğe kadiriz." (Kıyame / 3-4) buyurulur.

Mahşerde toplanan insanların o gün karşılaşacakları durum ve görecekleri muamelelerin, herkesin dünyadaki amellerine göre olacağı, Peygamber Efendimizin çeşitli hadislerinde haber verilmiştir. Bu konuda pek çok hadis vardır. Bunlardan bazılarında mahşerin sıkıntılı hali anlatılır; güneşin bir mil kadar yaklaştırılacağı ve bu dayanılmaz sıkıntıların, Peygamberimizin şefaati ile son bulacağı belirtilir.

H) AMEL DEFTERLERİ

Mahşerde herkes toplandıktan sonra insanlar için dünyada yazıcı melekler tarafından tutulan amel defterleri dağıtılır. Dünyada insanın yaptığı her şey, bu defterlerde bütün teferruatıyla kayıtlıdır. Unutulmamalıdır ki, bunları dünyadaki defter ve kitaplara benzetmek yanlıştır. Amel defterleri, bir kısım insanlara sağdan, diğer bir kısmına da soldan veya arkadan verilir.

Amel defterini sağdan alanlara "Ashab-ı yemin" denir ki, bunlar cennete girmeyi hak eden müminlerdir. Onların hesabı kolay ve sevinci fazla olacaktır. Sınıfını geçen örencinin karnesini alınca herkese göstermesi gibi, onlar da her önüne gelene, alın alın, kitabımı okuyun diye gösterirler.

Amel defterlerini soldan veya arkadan alanlara "Ashab-ı şimal" denir ki, bunlar, hesabı çetin olacak ve sonuçta cehenneme gidecek olanlardır. Bunlara defterleri verilirken: "Oku kitabını, bugün hesap görücü olarak sen kendine yetersin." (Isra / 14) yani defterini okuyunca hesap neticesinde nereye varacağını kendin de anlarsın, denir.

I) HESAP VE SUÂL

Mahşerde ilahi adaletin tecellisi için mahkeme kurulacak ve herkes yaptıklarından sorguya çekilecektir. Orada mutlak hakim olan Allah'ın huzurunda herkes hesap verecektir. Allah Tealâ aslında her şeyi bilmektedir. Amel defterlerini alan herkes de kendi yapıp ettiklerini en ince ayrıntılarına kadar görmüştür.

Ancak Allah Tealâ, herkese suçlarını bir bir itiraf ettirmek, azabı hakkettiğini göstermek için daha doğrusu böyle istediği için kullarını bir bir hesaba çeker. Ancak, bir anda insanlardan birinin hesaba çekilmesi, diğerlerinin hesabının görülmesine engel olmaz.

Ahirette insanların nelerden sorguya çekilecekleri bir hadis-i şerifte ana hatlarıyla açıklanır. Buna göre insan:

1- Ömrünü ne yolda tükettiğinin,

2- İlmini ne yolda kullandığının ve onunla hangi amelleri yaptığının,

3- Malını nereden kazanıp nereye harcadığının,

4- Cismini ne yolda yıprattığının hesabını mutlaka verecek, bu hesabı vermeden hiçbir yere gidemeyecektir.

Hesap ve sual esnasında, melekler tarafından tutulan amel defterleri yanında, insanın elleri, ayakları ve derilerinin de şahitlik edeceği Kuran’da bildirilmiştir. (Fussilet /19-21; Yasin / 65)

O gün, kendilerine Allah’ın bir lütfu ve dünyada yaptıklarına karşılık hesap ve sualden muaf tutulanlar da vardır.

J) MİZAN

Mizan, mahşer gününde herkesin amellerinin miktarını bildiren bir ölçüdür. Bu ölçü vasıtasıyla herkes kendi sevap ve günahının derecesini anlayacaktır. Gerçek mahiyetini sadece Allah’ın bildiği mizanın varlığı Kuran’la sabittir.

Kur'an'da bu konuda şöyle buyurulur: "Kiyamet gününde amellerin tartilmasi haktir, gerçektir. Tartilari aşir gelenler, işte onlar kurtulanlardir." (A'raf /8) "Biz kiyamet gününe mahsus adalet terazileri kuracagiz. Hiçbir kimse hiçbir Haksizliga ugratilmaz. Bir hardal tanesi kadar bile olsa, yapilani ortaya koyariz. Hesap gören olarak biz yeteriz." (Enbiya /47)

Mizan, hiçbir kimsenin en küçük amelinin dahi zayi' olmasina meydan vermeyen, tam manasiyla hakli ve adaletli bir ölçü aletidir. Herkesin ameli, mahiyetini bilmedigimiz bu aletle ölçülecektir. Iyilikleri agir gelenler cennete gönderilirler. Kötülükleri agir gelenler de cehenneme gönderilirler. Ancak cehenneme gidenlerden iman sahibi olanlar cehennemde sürekli kalmazlar. Günahlari kadar cehennemde ceza çektikten sonra cennete gönderilirler.

K) SIRAT

Lügatte yol demektir. Terim olarak sirat, cehennem üzerine kurulmuş olan son derece ince ve keskin bir köprüdür ki, herkes bunun üzerinden geçecektir. Cennete gitmek için sirattan başka yol yoktur. Ancak sirattan geçmek, geçen şahsin iradesine degil, dünyadaki yaşayişina, iman, amel, ihlâs ve ahlâkina baglidir.

Buna göre müminlerden bazilari derecelerine göre sirati göz kaymasi, şimşek, rüzgâr, kuş, yariş ati... hiziyla geçerken bazilari da zorluk çekecek veya tamamen geçemeyecektir. Kâfir ve münafiklar ise sirati geçemeyip cehenneme atilacaklardir.

Sirati ilk geçen ümmetin bizim peygamberimizin ümmeti olacagi da bu konuda gelen haberler arasindadir.

L) ŞEFAAT

Şefaat: Ahirette günahkâr olup ta cehenneme girme durumunda olan müminlerin affi, ibadet ve taat ehlinin daha büyük derecelere ulaşmasi için peygamberler ile ümmetin büyüklerinin Allah Tealâya yalvarmalaridir.

Beş çeşit şefaat vardir:

1. Şefaat-i uzma: En büyük şefaat demektir. Kiyamet günü mahşerdeki bekleyişin sona erip hesabin başlamasi için Peygamber Efendimizin bütün insanliga şefaatidir.

2. Bazi müminlerin hesap görmeden cennete girmelerini saglayan şefaat. Bu da Resülullah (s.a.v.)e mahsus olan bir şefaattir.

3. Cennette bazi müminlerin derecelerinin yükselmesi için olan şefaat

4. Günahlari sebebiyle cehenneme girecek olan müminlerin, cehenneme girmeksizin cennete girmelerini saglayan şefaat.

5. Cehenneme girmiş olan müminlerin, cezasini tam çekmeden affedilip çikarilmasi için olan şefaat.

Son üç maddede yer alan şefaate, Allah'in izniyle Peygamberimizin yaninda diger Peygamberler, ilmiyle âmil olan âlimler ve şehitler de yetkilidir.

Allah'in izni olmadan hiç kimse şefaat edemeyecegi gibi, Allah'in izin vermedigi hiç kimseye de şefaat edilmez. Şefaatte de ilâhi adalet daima gözetilir.

M) CENNET VE CEHENNEM

Ahiret hayatinda mükâfat görecek olanlarin toplanip yaşadigi yere cennet, ceza görecek olanlarin cezalarini çektikleri yere de cehennem denir.

Cennet, Allah’ın sayısız nimetleriyle doludur. Bu manayı ifade eden değişik sıfatları vardır:

1. Cennet’ün - naîm: Nîmetler bahçesi,
2. Cennet’ül - huld: Dâimî bahçe,
3. Cennet-i adn: Dâimî kalınacak bahçe,
4. Cennet’ül - me’vâ: Barınılacak bahçe,
5. Firdevs: Bahçe,
6. Ravza: Çayır, çimeni bol olan yer,
7. Dâr’ul - huld: Dâimî kalınacak yer,
8. Dâr’ul - mukâme: İkâmet olunacak yer,
9. Dâr’us - selâm: Emniyet ve selâmet yeri.

Kur’an-ı Kerimde ve Hadîs-i şeriflerde cennet çeşitli yönleriyle anlatılıyor.

Cehennem: Cehennemde cismanî ve ruhânî iki çeşit ceza vardır. Kur’an-ı Kerimde cismanî cezalar şu şekilde beyan olunmaktadır:

1- Kur’an-ı Kerimde cehennem ateşinden ve bu ateşin yakıcılığından çeşitli defalar bahsedilmiştir. O derece ki, "Nar=ateş" sanki cehennemin ikinci ismidir. Buna yakın şu ifadelerle de Kur’an’da geçmektedir: "Sair = parlayan ateş" "Azab’ül-harik = yakıcı azap".

2- Cehennemde gölge olmayacaktır. Hatta şöyle emir verilecektir: "Haydi, yalan saydığınıza doğru yürüyün. Üç kola ayrılmış gölgeye gidin ki onda gölgelik olmaz. Sizi alevlerden korumaz." (Mürselât: 29-31).

3- Cehennemde serinlik olmayacaktır. "Orada serinlik ve içecek şey tatmayacaklar." (Nebe’: 24).

4- Cehennemde rahatlık getirecek olan ölüm de toktur. Cismin ferah bulacağı hayat da yoktur. "Oraya (cehenneme) giren ne ölür ne de yaşar".

5- Cehennemde içilecek yalnız kaynar su, cerahat ve irin vardır. "Ateşte daima kalacak olanlar, bağırsaklarını parça parça eden kaynar su içenler gibidir". (Muhammet: 15)

6- Yiyecek, acı meyveler "Zakkum" vardır. "... Yoksa öyle bir zakkum ağacına konmak mı hayırlı? Biz bu ağacı zalimler için nimet kıldık. O ağaç cehennemin dibinde biter. Meyvesi yılanların başı gibidir. Onlar o ağaçtan yiyip karınlarını doyuracaklar, sonra üzerine kaynar sular içecekler, sonra dönüp gidecekleri yer cehennem olacaktır". (Saffât: 62 - 67.)

7- Yiyecek olarak vücuda hiç faydası olmayan " Kuru dikenler" vardır."Onların bütün yiyecekleri dikenden başka bir şey değildir. (Bu gıda) onları ne (doyurur), semirtir, ne de açlıktan kurtarır." (Gâşiıe:6-7.)

8- Ateşten elbiseler vardır."Kâfirler için ateşten elbiseler biçilmiştir" (Hacc: 19.)

9- Demirden oturacak yer ve yatak vardır."Onlar için demirden gürzler de vardır".

10- Boynunda halka ve zincirler vardır."Biz kâfirler için zincirler, lâleler (halkalar) alevli ateşler hazırladık". (Dehr: 4.) Bu saydığımız cismanî cezalardan başka öyle ruhânî cezalar olacaktır ki, bakanların gözleri dikilip kalacaktır. Birkaç ayetten örnek görelim: "O, Allah’ın öyle bir ateşidir ki acısı yürekleri sarar." (Hümeze:6-7) "Onlar, uğradıkları gam ve kederden (duydukları acı ızdırapdan) dolayı içinden çıkmak istedikçe yine oraya iade olunurlar (Ve kendilerine) : Yanmanın azabını tadın! denilir." (Hacc:22)

N) A'RAF

A'raf, tümsek, tepe anlamına gelir. Terim olarak "A'raf " kelimesinin hangi anlama geldiği hususunda İslâm âlimleri farklı açıklamalar yapmışlardır:

1- Bir kısım âlimlere göre "A'raf" cennetle cehennem arasında bulunan sur (=Yüksek duvar)dan bir perdenin yüksek tepeleridir.

2- Bazılarına göre ise "A'raf", mizanda iyilik ve kötülükleri, yani sevaplarıyla günahları denk geldiği için cennet veya cehenneme girmeyenlerin kaldıkları yerin adıdır. Bunlar, Allah'ın izniyle, haklarında yapılan bir şefaatle daha sonra cennete gireceklerdir.

3- Diğer bazı âlimler ise "A'raf"ın, fetret devirlerinde ölenlerle, müşriklerin çocukları ve delilerin kalacakları yer olduğunu söylemişlerdir.

Kur'an-ı Kerimde "A'raf" sûresindeki "A'raf"la ilgili ayet şu mealdedir: "İki taraf (Cennetlikler ve cehennemlikler) arasında bir perde vardır. A'raf (burçlar) üzerinde de bir takım insanlar vardır ki, her iki tarafı da (yani cennetlik ve cehennemlik olanları) simalarından tanırlar. Cennetliklere "Size selâm olsun" derler. Bunlar, henüz girmeyen fakat cenneti uman kimselerdir. Gözleri cehennemlikler yönüne çevrilince de: "Rabbimiz, bizi zalimlerle beraber bulundurma" derler." (A'raf / 46-47)

O) HAVZ-I KEVSER

Ahiret günü Allah Tealâ, Peygamberlerine birtakım havuzlar bahşedecektir. Her Peygamber, ümmetinin cenneti hak etmiş olanlarına o havzın hoş kokulu ve lezzetli suyundan içireceklerdir.

Havz-ı Kevser adı, Peygamber Efendimize verilen havzın ismidir. "(Habibim) doğrusu biz sana kevseri verdik." (Kevser/1) ayeti buna işaret eder.

Peygamber Efendimizin havzı, diğer Peygamberlerinkinden daha büyüktür. İçenleri de daha çok olacaktır. Bu havzın suyu, sütten daha beyaz ve miskten daha hoş kokuludur. O dehşetli günde müminler bu sudan içip hararetlerini teskin edecekler ve bir daha susuzluk duymayacaklardır. Peygamber Efendimiz bu konuda şöyle buyururlar: "Benim havzımın kenarları tam bir aylık yaya yolu genişliğindedir. Onun suyu sütten beyaz, kokusu miskten daha hoştur. Bardakları da gökyüzünün yıldızları gibi çoktur. Ondan içen kimse hiç susamaz."

Peygamberlere İman

A) PEYGAMBER (RESÜL-NEBİ) KAVRAMI

"Peygamber" kelimesi Farsça bir kelime olup, haber getiren anlamındadır. Dilimizdeki anlam, Yüce Allah’ın, emir, yasak ve hükümlerini kullarına bildirip açıklamak üzere, insanlar arasından seçip görevlendirdiği elçi demektir.

Kur’an-ı Kerîmde peygamber kelimesinin yerine Resûl ve Nebî kelimeleri geçmektedir ki, elçi ve haber getiren anlamındadır. Dînî anlamları bakımından Resûl ile Nebî arasında fark vardır.

Resûl, Allah tarafından kendisine kitap gönderilmiş peygamber demektir.

Nebî, Allah tarafından kendisine kitap gönderilmemiş, fakat önceki peygamberlerin şeriatını tebliğ ile mükellef peygamber demektir. Nebîler de Cebrail aracılığı ile Allah’tan vahiy almışlardır.

İman esaslarından biri de peygamberlere inanmaktır. Peygamberler, Allah’ın seçtiği, eğittiği ve yetiştirdiği insanlardır. İnsan kendi çabaları ile, eğitim ve öğretimi ile peygamberliği elde edemez. Allah, peygamberliği dilediğine verir. Onlar, Allah ile kullar arasında elçilerdir. Yüce Allah’ın, kullarına hak yolu göstermek için gönderdiği ilk peygamber Hz. Adem (a.s), sonuncusu Hz. Muhammet (s.a.v) ve bu ikisi arasında gelip geçen peygamberlerin hepsinin hak olduğuna, Allah tarafından gönderildiğine inanmak farzdır.

B) İNSANLARIN PEYGAMBERLERE OLAN İHTİYACI

İnsanlar kendi akıllarıyla Yüce Allah’ın varlığını ve birliğini anlayıp kavrayabilirler. Fakat ona nasıl kulluk ve ibadet edileceğini, âhiretle ilgili işleri, oradaki ödül ve cezanın nasıl olacağını dosdoğru bilmezler. İşte insanların bu ihtilaçlarını karşılamak için Yüce Allah peygamberler göndermiştir. Onlara her şeyi bildirmiş ve onları insanlara doğru yolu göstermeleri için görevlendirmiştir.

Allah kendisinin varlığını, bir tek oluşunu, ortağının bulunmadığını Ona bu dünyada gözlerin ulaşamayacağını unutan, Allah’ı taşlardan, heykellerden, putlardan ibaret sanan o insanları uyarmak için peygamberler göndermiştir. Peygamberler de bu gerçekleri o insanlara açıkça haber vermişlerdir. Fakat insanların alıştıkları bu şeylerden ve düşüncelerden uzaklaşmaları, peygamberlere inanarak onların Allah’tan getirdiği haberlere uymaları kolay olmamıştır. Bununla beraber çoğunluk peygamberlere inanmış ve onların gösterdiği doğru yolda yürümüştür. Doğru yolu göstermek için gönderilmiş olan peygamberler, ahlâkı güzelleştirmek ve olgunlaştırmak için de güzel bir örnek olmuşlardır.

Peygamberlerin, biri Allah’a karşi, digeri de insanlara karşi olmak üzere iki durumlari vardir. Peygamberlerin Allah’la durumları Onun elçisi olmak ve vereceği emaneti yerine tam olarak ulaştırmaktır Peygamberler bu açıdan Allah’a karşi sorumludurlar.

Peygamberlerin insanlara karşi olan durumlari da, Allah’ın emirlerini ve yasaklarını bildiren bir elçi oluşlarıdır. Onlar yalnız bildirmekle, açıklamakla ve örnek olmakla görevli birer elçidirler. Bu görevlerini tamamıyla yaptıkları zaman, insanlara karşı sorumluluklarını yerine getirmiş olurlar. Onlar Allah tarafından kendilerine bildirilen inanç esaslarını, ibadet şekillerini, güzel ve çirkin, faydalı ve zararlı, doğru ve yanlış, iyi ve kötü şeyleri ayrı ayrı anlatıp açıklamışlar ve Allah’tan aldıkları hiçbir şeyi gizli tutmamışlardır.

İnsanlar dünyada çalışmakla her şeye ulaşabilirler ve en yüksek mertebelere çıkabilirler, fakat peygamber olamazlar. Çünkü peygamberlik insanın kendi çalışma ve gayretine dayanan bir hüner değildir. Onu Yüce Allah dilediğine verir. Çalışıp çabalamakla peygamber olunmaz. Bu husus Kuran’da " Allah peygamberliği kime vereceğini daha iyi bilir." ( En’am : 124 ) âyeti ile açıklanmıştır.

C) VAHİY NEDİR?

Vahyin lügat manası: Vahiy, işaret etmek, yazı yazmak, yazılmış nâme ve kitâbe, elçi göndermek, ilham etmek ve gizlice söz söylemek manalarına gelir.

Vahyin ıstılahı manası: Yüce Allah’ın peygamberine dinî bir hükmü bildirmesi, onun kalbine nakşetmesidir.

Vahyin geliş şekilleri: Vahiy Hz. Muhammet (s.a.v)e çeşitli tarz ve şekillerde gelmiştir. Bunların başlıcaları şunlardır:

Vahyin en eski, yani ilk şekli Hz. Peygamber (s.a.v)in uyku halinde iken gördüğü sadık (gerçek) rüyalardır.

Hz. Peygamber sonradan bir hakikat olarak zuhur edecek olan hadiseleri bu rubaları ile daha önceden görmüş oluyordu.

Cebrail (a.s) görülmediği halde Hz. Peygambere çok net bir ses halinde gelen vahiydir. Bu çok net sesi Peygamberimiz çan sesine benzetmişti. Kendisine gelen vahyin en aşır şekli bu idi. Net ses bittiği zaman Hz. Peygamber Allah tarafından ve Cibrîl vasıtası ile bu şekilde vahy olunan sözleri aklında tutmuş oluyordu.

Cebrail (a.s) tarafından Hz. Peygamberin kalbine nefes (üflemek) suretiyle yapılan vahiydir.

Cebraillin insan sûretinde gelip, Peygamberimize vahiy getirmesidir. Hz. Peygambere en kolay gelen vahiy budur. Ekseriya "Dıhye" adındaki sahabî sûretine girerek gelirdi.

Cebrail’in Hz. Peygambere uyku halinde iken vahiy getirmesidir.

Hz. Peygamberin uyanık bulunduğu sırada Cenab-ı Hak ile konuşma şeklinde vuku bulan vahidir.

Vahiy meleğinin kendi aslî sûreti üzere görünerek tebliğde bulunmasıdır. Bu sûretle vahiy, Hz. Peygambere yalnız iki defa vaki olmuştur.

D) PEYGAMBERLERİN SIFATLARI

Peygamberler bütün insanlar için takdir edilmiş olan her türlü iyi ve yüksek vasıflara sahiptirler. Nebîlik ve Resûllük şanına layık olmayan her türlü hallerden ve noksanlıklardan uzak bulunmuşlardır. Bu bakımdan peygamberler şu kemâl sıfatlarıyla vasıflandırılmıştır:

1- İsmet: Peygamberlerin her türlü gizli, açık günahlardan ve bu günahlara delâlet edecek hareketlerden uzak olmalıdır. İsmetin zıddı olan ma’siyet (günahkâr olmak) peygamberler için düşünülemez. Çünkü onlar ilâhî bir egitimden geçmişlerdir. Eger onlar günah işleyip de günahsiz oluşlarina aykiri harekette bulunmuş olsaydilar, bizim de o yolda hareket etmemiz lâzim gelirdi. Çünkü biz onlara ve onlarin girdikleri ilâhî emirlere uymakla memuruz. Halbuki Yüce Allah kullarina günah işlemeyi, günahkâr olmayi emretmez. Bu bakimdan peygamberlerden asla günah olan söz ve davranişlar çikmamiştir.

2- Emanet: Peygamberler her bakimdan emin olup, kutsi, ilâhî vazifeleri hususunda ve diger işlerinde en dogru yolda bulunmalidir. Emanetin ziddi olan "hiyanet"ten uzaktirlar. Çünkü hâin olan bir kimse ilâhî sirlarin tecellî ettigi Nebîlik vazifesiyle şereflenemez.

3- Sidk: Peygamberler her hususta yani gerek dinî hükümleri teblig ve gerek diger emirleri haber verme hususunda dogru sözlü olmalidir. Peygamberlerin yalan söylemeleri men edilmiştir.Çünkü yalan en büyük günah oldugundan "ismet" ve "emanet" sifatlariyla bir arada bulunmaz. Eger, peygamberler yalanci olsalardi, Yüce Allah yalancilari tasdik etmiş olurdu. Halbuki yalanciyi tasdik -bir çeşit yalancilik oldugundan- Allah’ın ilâhî şanında tasavvur edilemez.

4- Fetânet: Peygamberlerin fâtın, uyanık görüş ve zekâ kuvvetlerine sahip olmalarıdır. Onlar insanların en akıllısı, en zekîsidirler. Kendilerinde mutedil bir yaratılış, mutedil bir huy ve güzel bir hayat seyri tecelli etmiştir. Onların haklarında gaflet düşünülemez. Eğer en üstün fetânet ve zekaya sahip olmasaydılar ümmetlerine karşı delilleri ortaya koymaya kadir, onları ikna için güzelce mücadeleye muktedir olamazlardı. böyle bir hal ise risalet ve nübüvvetten kastedilmiş olan gayeye aykırıdır.

5- Şeriatı tebliğ: Peygamberlerin Allah tarafından bildirilen şeyleri ümmetlerine tamamen tebliğ etmeleridir. Bunun zıddı olan "dînî emirleri gizlemek" peygamberlerde yoktur. Çünkü tebliğine memur oldukları bir hakikati gizleyip değiştirserlerdi vazifelerine hiyanet etmiş olurlardı. Halbuki hiyanetle vasıflanmış olmaları ilâhî bir eğitimle men edilmiştir.

6- Adaletli olmak: Peygamberler her türlü işlerinde haktan ve adaletten ayrılmazlar. Hiçbir kimseye haksızlık yapmamışlardır. Adaletli olmanın zıddı olan "zalim olmak" peygamberler hakkında düşünülemez.

7- Erkek olmak: Kadınların yaratılış icabı peygamberlik gibi aşırı ve mes’uliyetli bir vazifeyi yapmaları mümkün olmadığından onlardan peygamber gelmemiştir. Gelmiş geçmiş bütün peygamberlerin erkeklerden seçildiğini Yüce Allah bize Kur’an-ı Kerîmde açıklamıştır.

E) PEYGAMBERLERİN DERECELERİ

Bütün peygamberler peygamber olmaları bakımından eşittirler, aralarında fark yoktur. Ancak, kavimleriyle olan mücadeleleri, onların bazılarını diğerlerine üstün kılmıştır. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"İşte bu peygamberlerden bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Onlardan Allah'ın kendilerine hitabettiği, derecelerle yükselttikleri vardır..." (Bakara / 253)

Aralarında derece farklılıkları, birbirinden üstünlükleri olduğunu Allah'ın beyan ettiği peygamberlerin içinde "Ulu'l - Azm", azim sahibi peygamberler olduğunu yine Yüce Allah, kitabında şöyle açıklıyor:

"Ey Muhammet! Peygamberlerden azim sahibi olanların sabrettiği gibi sen de sabret..." (Ahkaf /35)

Ulu'l - Azm peygamberler, Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. Isa ve Muhammet (a.s.)dır.

Kur'an-ı Kerimde şöyle ifade edilmiştir: "Hani biz peygamberlerden söz almıştık; sen (Muhammet (s.a.v.)den, Nuh'tan, İbrahim’den, Musa'dan ve Meryem oğlu İsa’dan da. (Evet) biz onlardan pek sağlam bir söz almıştık." (Ahzab /7)

Kısaca bu peygamberleri tanıtalım:

- Hz. Nuh (a.s): Hz. Nuh (a.s.) zamanında çoğalan insanlar Allah'ı tanımaz oldular. Putlara tapmağa başladılar. Hz. Nuh onları bir Allah’a ibadete çağırdı. 950 sene yaşayan Nuh (a.s.) her türlü çağrı ve ikna metotlarını kullanarak kavmini hakka çağırdı. Ancak bu çağrıya kulak verenler bir gemiye sığabilecek kadar az bir topluluktu. Islahı kabil olmayan azgın ve sapık güruh ise helâkı hak etmişti. İlâhi bir emirle gemi yapıldı, inananlar o gemiye alındı. Bunlar arasında Ham, Sam, Yafes adında Hz. Nuh'un üç oğlu da vardı. İnanmayan ve puta tapanlar ise meşhur "Tufan" ile sulara gark olarak helâk oldular. Bu helâkten sadece Hz. Nuh’a inananlar kurtuldu. Kur'an'da Hz. Nuh'tan şuara, Saffat ve Nuh surelerinde genişçe bahsedilir.

- Hz. Ibrahim (a.s.): Hz. Ibrahim, Nuh (a.s.)dan sonra "Ulu'l -Azm" peygamberlerin ikincisidir. Kâbe'nin banisi, Peygamber (s.a.v.)in büyük dedesidir. Peygamberimizden 2500-2600 yil kadar önce Nemrut zamaninda putperest Babillilere gönderildi. Kendisine on sayfalik bir kitap verildi. Nemrutla mücadelede bulundu, putlarla savaşti, ateşe atildi. Halilullah (Allah’ın sevgilisi) olan Hz. İbrahim’e bütün semavi dinler tazimde bulunur. Kur'an'da Al-i Imran, Bakara, Saffat, Ibrahim ve şuara surelerinde Hz. Ibrahim degişik yönleriyle anlatilmaktadir.

- Hz. Musa (a.s.): Peygamberimizden 1900-2000 yil kadar önce, Israilogullarina peygamber olarak gönderildi. Fir'avn'la mücadelesi, Kur'an'da genişçe anlatilir. Kendisine müstakil bir kitap olarak Tevrat gönderilmiştir. Kur'an'da özellikle Bakara, şuara, Taha, Neml, Kasas ve Kehf surelerinde Hz. Musa (a.s.)dan söz edilir.

- Hz. Isa (a.s): Israilogullarindan olan Hz. Isa (a.s), Hz. Meryem’in oğludur. Babasız dünyaya gelişi bir mucizedir. Beşikteyken konuşmuş, 30 yaşındayken Israiloğullarına peygamber olmuş ve 33 yaşındayken semaya urûc etmiştir. Kendisine müstakil bir kitap olarak İncil gönderilmiştir. Peygamberimizden 600 yıl kadar önce yaşamıştır.

- Hz. Muhammet (s.a.v.): Bütün peygamberlerin sonuncusu olan Peygamberimiz (s.a.v.), yaşadığı asırdan kıyamete kadar gelecek bütün insanlara ve cinlere peygamber olarak gönderildi. Milâdi 571'de doğdu, 610'da peygamber oldu, 632'de vefat etti. Böylece 23 sene peygamberliği süresince ilâhi emaneti büyük bir titizlikle ümmetine tebliğ etti. İlâhi kitap Kur'an-ı Kerim kendisine bir defada değil olaylar ve hadiseler gerektirdikçe gönderildi.

F) MUCİZELER VE DİĞER HARİKALAR

a. Mucize: Âciz bırakan, yapılması, meydana getirilmesi insan gücünün üstünde olan şey demektir.

Terim olarak mucize: Peygamberlik iddiasında bulunan kişinin, iddiasını te'yid ve tasdik için Allah'ın onun elinde gösterdiği alışılmış tabiat kanunları ve normal olaylar üstü, harikulâde bir hadisedir.

Mucizenin asıl sahibi Allah tır. Elçisinin doğruluşunu ispat için mucizeyi tasdik aracı olarak onun elinde gösterir.

b. Harika: Alışılmış olmayan, yaran, kesen anlamlarına gelir. Harika olayda, normali kesen olağanüstülük söz konusudur. Alışılmış olmamak harikanın niteliğidir. "Hariku'l - âde" deyiminde, her zaman vuku bulmayan, bilinenin dışındalık mutlaka vardır.

Bununla birlikte, mucize ile harika arasında bükük farklar vardır. Bunları şu şekilde özetleyebiliriz:

c. Mucizenin şartları:

1- Mucize ancak peygamber olan zattan sadır olur. Mucizede peygamberin meydan okuması vardır.Yalan yere peygamberlik iddia edenlerin mucize göstermeleri imkânsızdır. Bu da onun yalancı peygamber olduğunu ortaya koyar. Mucizeler Allah’ın elçilerini tasdiki olduğundan, Allah ancak gerçek peygamberleri tasdik eder, yalancıları tasdik etmez.

2- Mucize, peygamberlik iddiasında bulunan zatın davasına uygun ve amacına münasip tarzda zuhur eder. Herhangi bir şekilde taklit edilemez, aynısı şu veya bu şekilde yapılamaz.

3- Mucize istek üzerine vuku bulur ve "Bu mucizenin bir benzerini getiriniz." denir. Ama hiç kimse buna güç yetiremez. Kur'an mucizesi bunu en güzel örneğidir.

4- Mucize gösteren nebi, en yüksek ahlâk ve fazilet esaslarınla mevsuftur. Kendi şahsi çıkarı mucizede asla görülmez. Mucizeyi davası uğruna kullanır. Her yönden ahlâk ve fazilet örneği olan nebinin, bizzat hayatı ve davranışları mucizedir. Bunun en güzel örneği Hz. Muhammet (s.a.v)in hayatı ve davranışları olan sünnettir.

d. Harikanın çeşitleri:

Mucizeden başka olan harika olaylar, çeşitli şekillerde ve şahıslarda ortaya çıkar. Bunların başlıcaları şunlardır:

1- Irhasat: Peygamberlik öncesi peygamber olacaklarda görülen harika olaylardır. Peygamberliğe hazırlık döneminde cereyan eden bu olaylar, peygamber olacağının ön habercisidir. Peygamber (s.a.v.)e bazı ağaçların ve taşların selâm vermesi, Hz. Isa (a.s)ın beşikte iken konuşması irhasata örnektir.

2- Keramet: Allah'ın veli kullarından sadır olan harikulâde hallerdir. Veliler, Allah'ın emirlerine uyan ve yasaklarından titizlikle kaçınan, Peygamber Efendimizin sünnetine tabi olan, ibadet ve taatta üstün züht ve takva sahibi olan Allah dostu saf ve samimi müminlerdir. Keramet bu gibi veli kullardan sadır olur. Evliyanın kerameti haktır. Keramet mucize gibi istenildiği anda değil, kendiliğinden Allah tarafından verilir.

3- Meûnet: Bazı müminlerde ortaya çıkan harikalardır. Bunlarda bir iddia söz konusu değildir. Bazı saf Müslümanların geçimlerinin kolay olması, belâ ve sıkıntılara düşmemesi, ilâhi yardıma mazhar olması bu türdendir.

4- Istidrac: Küfür ve günahı açık olan kişilerde görülen ve onların isteklerine uygun olarak ortaya çıkan harikalardır. Bunlar ancak Allah'ın fırsat vermesiyle mümkün olur. Yoksa istidrac sahibinin elinde bir şey yoktur. İlâhi hikmet gereği bu kişilere bu tür imkân verilir. Zalim ve günahkâr kişilerin başarıları istidrac türünden harikalardır. şeytanın, kıyamete kadar kendisine müsaade edilmesi; Firavunun 400 sene gibi uzun bir zaman yaşayıp baş ağrısı bile görmemesi; Nemrut ve benzerlerinin uzun seneler yeryüzünde saltanat sürüp arzu ve isteklerine erişmeleri ve bütün dünya nimetlerine kavuşmaları, hep bu kimseler için birer istidraçtır.

5- İhanet: Küfrü ve günahı açık olan kişilerin elinde ve onların isteklerine aykırı olarak cereyan eden harikalardır. Yalancı peygamber Müsellemetü'l - Kezzap suyu azalmış bir kuyuya suyunu çoğaltmak maksadıyla tükürmüş; fakat kuyunun mevcut suyu da kurumuştu. Allah (c.c.) bu tip kimseleri, davasında yalancı çıkartmak ve aşağılamak maksadıyla isteklerinin tersine harikalar yaratmıştır. Buna aynı zamanda "Hızlan" da denir.

Sihir ve büyü ise bu harika olaylardan sayılmaz. Sihir ve büyü de Allah'ın izni dahilinde meydana gelir. Belirli bir tekniği ve bilgiyi gerektiren sihir ve büyü dinen haram kılınmış, en büyük günahlardan sayılmıştır.

G) PEYGAMBERLERİN BİLDİRDİKLERİ DİNLERDE BİR OLAN ESASLAR

Peygamberlerin getirdikleri dinlere "Hak din" veya "Semavî din" denir. Hak dinin bir takım mümeyyiz vasıfları vardır:

- Hak din, bir peygamberin Allah’tan vahiy suretiyle alıp insanlara bildirdiği hükümler ve kanunlar şeklinde oluşur.

- Hak din, kâinata mutlak olarak hakim olan bir Allah’a îman ve Ona kulluk etme esasına dayanır.

- Hak din, uhrevî mesuliyeti (ahiret hayatını) kabulü ve buna imanı emreder.

- Hak din, nübüvvete (peygamberlik müessesine) iman esasına dayanır.

- Hak din, mukaddes bir kitaba dayanır.

- Hak din, meleklere imanı (manevî varlıkların var olduğunu kabul etmeyi) emreder.

- Hak dinde ibadet sadece Yüce Allah’a tazîm ve Ona samimiyetle bağlanmak kastiyle yapılır.

- Hak dinde akla ve müspet ilme aykırı bir hüküm bulunmaz.

- Hak din, sosyal hayatta eşitliği, kardeşlik ve adaleti kökleştirmek ve her türlü imtiyazı ortadan kaldırmayı amaç edinir.

- Hak dinde, dînin genel kanunları, bir cemiyetin kurulmasını ve bu cemiyetin en mükemmel bir nizam üzere devam etmesini hedef olarak kabul eder.

H) KUR’AN’DA ADI GEÇEN PEYGAMBERLER

Vahiy meleği vasıtasıyla Yüce Allah tarafından gönderilen ilâhî emirleri ve yasakları insanlara bildirmekle vazifeli kimselere Kur’an-ı Kerîm’in dilinde "Nebî, resûl, beşir ve nezîr" adlari verilir. Bunlar her bakimdan üstün ve seçkin kimselerdir. Peygamberler günah işlemezler, yalan söylemezler, emanete hiyanet etmezler, Allah’tan aldıkları emirleri olduğu gibi insanlara bildirirler. Çok zekî, uyanık ve mantıklı kimselerdir. Peygamberlerin bir kısmı bir kavme, bir bölgeye, bazıları da bütün âleme ve insanlığa gönderilmiştir. Bunların ne kadar oldukları bildirilmemiştir; sayılarını ancak Allah bilir. Kur’an-ı Kerîmde peygamberlerin sadece bir kısmından bahsedilir. Onlar da şunlardır:

1. Hz. Adem (a.s)
2. Hz. Idris (a.s)
3. Hz. Nuh (a.s.)
4. Hz. Hûd (a.s)
5. Hz. Salih (a.s)
6. Hz. Ibrahim (a.s)
7. Hz. Ismail (a.s)
8. Hz. Lût (a.s)
9. Hz. Ishak (a.s)
10. Hz. Yakûb (a.s)
11. Hz. Yusuf (a.s)
12. Hz. Eyyûb (a.s)
13. Hz. şuayb (a.s)
14. Hz. Musa (a.s)
15. Hz. Harun (a.s)
16. Hz. Davut (a.s)
17. Hz. Süleyman (a.s)
18. Hz. Zülkifl (a.s)
19. Hz. İlyas (a.s)
20. Hz. El- Yesâ (a.s)
21. Hz. Yunus (a.s)
22. Hz. Zekeriya (a.s)
23. Hz. Yahya (a.s)
24. Hz. Isa (a.s)
25. Hz. Muhammet (s.a.v)

Bunlardan başka Kur’an-ı Kerîmde isimleri geçen fakat peygamber olup olmadıkları hakkında kesin bilgi olmayanlar vardır ki; bunlar da şunlardır:

- Üzeyir
- Lokman
- Zü’lkarneyn.

İslâm dininin inanç esaslarında Allah’ın peygamberlerinden hiçbirisi diğerinden ayrılmaz. Hepsi peygamber olarak kabul edilir, her peygamberin getirdiği ve tebliğ ettiği dînin hak din olduğu benimsenir. Çünkü İslâm dininin îman esasına göre; gerçek din, semavî din tektir ve Allah tarafından elçiler aracılığı ile gönderilir.

I ) HZ. MUHAMMET (S.A.V.)’IN SON PEYGAMBER OLUŞU

Yüce Allah Hz. Adem ile başlayan peygamberler zincirini Hz. Muhammet (s.a.v) ile sona erdirmiştir. Artik başka din, başka peygamber gelmeyecek; kiyamete kadar bütün dünyada Islâmiyet geçerli olacaktir.

Allah (c.c) Peygamber (s.a.v)i bütün insanliga peygamber gönderdigini şu ayetlerinde belirtiyor:

"De ki: Ey insanlar, ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi Allah’ın elçisiyim." (A’ raf:158.)

"Biz seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik." (Sebe: 28.)

Yüce Allah’ımız Islâmiyetin son din olduğunu da şu âyetinde haber veriyor:

"... Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı beğendim." (Maide: 3.)

Yine Rabb’imiz kutsal kitabında Peygamberimiz (s.a.v)in son peygamber olduğunu ve Ondan başka peygamber gelmeyeceğini şu âyetiyle ilân ediyor:

"Muhammet, sizin adamlarınızdan hiçbirinin babası değildir. Fakat Allah’ın Resûlü ve peygamberlerin sonuncusudur." (Ahzab: 40.)