*Aile seâdeti, eşler arasında karşılıklı sevgi, saygı, hürmet ve anlayış esasına dayanır. Birbirlerine karşı olan vazifelerin bilinmesi ve yapılması şarttır.
*Erkek, evine her zaman güleryüzle ve selâm vererek girmelidir.
*Kadın da, akşamleyin yorgun bir şekilde işinden dönen kocasını, kapıda güleryüz ve tatlı bir edâ ile "hoş geldiniz!" diyerek karşılamalı, hal ve hatırını sorarak gönlünü almalıdır.
*Kadın, her sabah efendisini evinden uğurlarken de, yine güleryüz ve nezâketle kapıya kadar uğurlamalı ve hakkında hayır duâda bulunmalıdır.
*Kadın, sofrayı vaktinde, efendisinin arzu ettiği yemekleri hazırlayarak, güzel bir şekilde tanzim edip kurmalı ve yemeği aslâ geciktirmemelidir.
*Kadın, herşeyde becerikli, temiz, tertipli ve düzenli olmalı, kocasının karşısında da güzel giyimli ve görünümlü bulunmalıdır.
*Kadın, evini ve çocuklarını mahâretle idâre etmelidir.
*Kadın, kocasının akrabâ ve yakınlarına iyi davranmalı ve bu vesile ile kocasının sevgisini kazanmalıdır.
*Kadın, kocasının sırlarını gizlemeli ve başkalarına açmamalıdır.
*Kadın, kocasının sözünü dinlemeli, İslâm’a uygun her emrini yerine getirmeli ve ona aslâ itiraz ve muhâlefette bulunmamalıdır.
*Kadın, efendisine karşı hürmet, hizmet ve itâatte kusur etmemeli, erkek de hanımına karşı olan vazifelerinde dikkat ve itina göstermelidir.
*Kadın, kocasına başka kadınların güzelliklerinden ve özelliklerinden bahsetmemelidir. Nitekim hadîs-i şerîfde şöyle buyurulur:
"Hiç bir kadın, kocasına başka bir kadını tasvîr edip, özelliklerini anlatmasın!. Öyle ki, kocası sanki o kadını görüyormuş gibi olur.." (238)
*Erkek, Allâh’ın kendisine bir emaneti olan hanımına, daima güleryüz ve tatlı dille muâmelede bulunmalıdır.
*Erkek, hanımının kendisine ve yaptığı işlere çirkin dememeli ve yaptığı işleri beğenmemezlik etmemelidir.
*Erkek, hanımıyla güzel geçinmeli, sebepsiz ve basit meselelerden dolayı ona darılıp kızmamalı ve onu yalnız başına terketmemelidir.
*Erkek, hanımının meşrû olan arzu ve isteklerini titizlikle yerine getirmelidir.
*Her iki taraf, birbirlerinin sevinç ve üzüntülerini paylaşmalıdır.
*Yapacakları işleri birbirleriyle istişare ederek ve danışarak yapmalı, böylece âilede karşılıklı güven, ülfet ve muhabbet, birlik ve beraberlik sağlamaya çalışmalıdır.
*Ailede erkek ve kadın, birbirlerine karşı daima şefkat ve muhabbetle, hürmet ve itâatle, güleryüz ve tatlı dille davranmalıdırlar.
*Her iki taraf, kendi anne ve babalarına nasıl hürmet ve itâat ediyorlarsa, kayınpeder ve vâlidelerine de aynı şekilde hürmet, hizmet, itâat ve muhabbet etmelidirler. Onlara yaptıklarının aynısını, zamanla kendi damad ve gelinlerinden göreceklerini unutmamalıdırlar. Çünkü ne ektiysek onu biçeceğimiz muhakkaktır. Nitekim Peygamber (s.a.v.) Efendimiz:
"Ebeveyninize itâat ve ikrâm ediniz ki, evlâdlarınız da size ikrâm ve itâat etsin!" buyurmuşlardır.
30 Aralık 2017 Cumartesi
İMTİHAN DÜNYASI VE EBEDİ ALEM
SORU: "Üniversitede farklı ideolojileri savunan arkadaşlarla, aynı sıraları paylaşıyoruz. Fırsat buldukça siyasi meseleleri müzakere ediyoruz. Yaygın olan kanaat şudur: 'Teknolojinin gelişmesi dünyayı küçük bir köye çevirmiştir. Bu küçük köyün patronları, sanayileşmiş yedi ülkenin liderleridir. Bu ülkelerin hiçbirisi İslam ülkesi değildir. Japonya müstesna, diğer altı sanayileşmiş ülke Hıristiyandır. Müslümanlar, dünya hayatına değer vermedikleri için geri kalmışlardır.'(...) Yaygın olan bu kanaat doğru mudur? İslam Dini, dünya hayatına değer vermemiş midir? Peygamberimiz, 'Dünya hayatı kafirlerin, ahiret hayatı ise mü'minlerindir. Bu taksime razı olunuz' tavsiyesinde bulunmuş mudur?"
CEVAP: Maalesef, İslam topraklarında; "Dünyanın kafirlere, ahiretin ise mü'minlere ait olduğu" şeklindeki kanaat yaygındır. Bunun sonucu olarak, tembellik hastalığı yayılmıştır. Halbuki Resul-i Ekrem (sav)'in:" Dünya hayatınızı ma'mur ve ıslah ediniz. Yarın ölecekmiş gibi de ahiretiniz için hazırlık yapınız"(1) mealindeki tavsiyesi dikkate alınmış olsaydı, bu zaaf ortaya çıkmazdı.
Şimdi, "dünyanın kafirlere, ahiretin ise mü'minlere ait olduğu" iddiasının dayandığı delili gözden geçirelim: Birgün, Resul-i Ekrem (sav) deri bir yastık ve hasır bir yatak üzerinde uyumuştur. Hz. Ömer (ra) bu manzarayı görür ve hasır yatağın Peygamber Efendimiz'in mübarek vücudunda iz bıraktığına şahit olur. Duygulanır ve ağlamaya başlar. Resul-i Ekrem (sav), Hz. Ömer'e (ra) niçin ağladığını sorar.
Bunun üzerine Hz. Ömer (ra): "Kisra'nın ve Kayser'in ihtişamlı hayatına karşılık, sizin tercih ettiğiniz şu hayata ağlıyorum. Oysa sen, Allahu Teala (cc)'nın Peygamberisin" cevabını verir. Resul-i Ekrem (sav), Hz. Ömer'i (ra) teselli için: "Sen dünyanın onlara, ahiretin ise bize ait olmasına razı olmuyor musun?" buyurur. (2) Buradaki incelik şudur: Dünya hayatının süsü, ihtişamı ve debdebesi önemli değildir.
Bunu, "dünyanın kafirlere teslim edilmesi" şeklinde değerlendirmeye imkan yoktur. Yeryüzünde fitneden eser kalmayıncaya kadar cihadı emreden Allahu Teala (cc), dünyanın kafirlerin eline terkedilmesine razı olmamıştır. Önemli bir noktaya daha işaret etmekte fayda vardır. İmtihan dünyası ile ahiret hayatı, birbirini tamamlayan iki unsurdur.
Ahiret saadeti, dünyadaki (tahkiki iman, ibadet, salih amel vs.) gayretlerin bir sonucu olarak elde edilebilir. Dolayısıyle dünya ile ahireti, birbirinin düşmanı gibi değerlendirmek mümkün değildir Dünya ile ahiret arasında zaruri bir tercih sözkonusu olursa, ebedi olmasından dolayı "ahiret hayatı" tercih edilir.(3)
Resul-i Ekrem (sav)'in: "Cennet'te bir kamçı büyüklüğü kadar yer, dünyadan ve dünyada bulunan her şeyden daha iyidir"(4) buyurduğu ve daha sonra, "Kim ki, hemen ateşin elinden kurtarılır da Cennet'e konulursa, işte o kurtuluşa ermiştir. Dünya hayatı, aldatıcı meta'dan (ve zinetten) başka birşey değildir."(Al-i İmran Suresi:186) ayetini okuduğu muteber kaynaklarda zikredilmiştir.
Diğer bir Hadis-i Şerif'te: "Vallahi, ahiret karşısında dünya, birinizin parmağını denize daldırmasına benzer. Şimdi bakınız, parmağınız denizden size ne getirir?" (5) buyurulmuştur. Burada ebedi olan ahiret hayatının, fani olan dünya hayatından ne kadar üstün olduğu bir teşbih ile anlatılmıştır.
Her Müslümanın, dünya nimetlerini elde etmek için gayret sarfetmesi zaruridir. Hatta Müslümanların bütün imkanlarını kullanmaları şarttır. Resul-i Ekrem (sav): "Kıyamet koparken sizden birinizin elinde bir hurma dalı bulunur da, bunu Kıyamet kopmadan dikmeye gücü yeterse, muhakkak onu diksin, bırakmasın"(6) tavsiyesinde bulunmuştur.
Kıyamet'in mahiyeti dikkate alınırsa, bu tavsiyenin mahiyeti kolayca kavranabilir. İslam topraklarında yaygın olan, "dünyanın kafirlere, ahiretin ise mü'minlere ait olduğu" şeklindeki yanlış kanaatin, değişik musibetlere vesile olduğu sabittir. Her Müslüman, İslam'ın temel hedeflerini gerçekleştirmek niyeti ile gece-gündüz çalışması zaruridir.
Sanayileşmiş ülkelerin dünya siyasetindeki belirleyici rolleri dinlerinden değil, maddi servetlerinden kaynaklanmaktadır. Maddi servetlerinin önemli bir bölümünü geçtiğimiz yüzyılda, diğer ülkeleri istila ederek elde etmişlerdir. Bunu dikkate almamak mümkün değildir. Halkı Hıristiyan olan Habeşistan, başka ülkeleri istila edemediği için, geri kalmış ülkelerden birisidir. Meselenin özü budur. Birbirimize dua edelim.
(1) İmam-ı Münavi- Feyzu'l Kadir Beyrut: 1972 C: 1 Sh: 532.
(2) Hasan Basri Çantay- Kırk Hadis- İst: 1962 C: 2 Sh: 257.
(3) İmam-ı Yusuf- Kitabu'l Haraç- İst: 1973 Sh: 18.
(4) Sahih-i Buhari- K. Cihad: 73, Ayrıca Sünen-i Tirmizi- Fadailu'l-Cihad: 19,
(5) Sahih-i Müslim- Kitabu'l Cenne:14 Hadis no: 55,
(6) Abdi'l Latifi'z Zebidi- Sahih-i Buhari Muhtasarı, Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi- Ank: 1974 C: 7 Sh: 124.
CEVAP: Maalesef, İslam topraklarında; "Dünyanın kafirlere, ahiretin ise mü'minlere ait olduğu" şeklindeki kanaat yaygındır. Bunun sonucu olarak, tembellik hastalığı yayılmıştır. Halbuki Resul-i Ekrem (sav)'in:" Dünya hayatınızı ma'mur ve ıslah ediniz. Yarın ölecekmiş gibi de ahiretiniz için hazırlık yapınız"(1) mealindeki tavsiyesi dikkate alınmış olsaydı, bu zaaf ortaya çıkmazdı.
Şimdi, "dünyanın kafirlere, ahiretin ise mü'minlere ait olduğu" iddiasının dayandığı delili gözden geçirelim: Birgün, Resul-i Ekrem (sav) deri bir yastık ve hasır bir yatak üzerinde uyumuştur. Hz. Ömer (ra) bu manzarayı görür ve hasır yatağın Peygamber Efendimiz'in mübarek vücudunda iz bıraktığına şahit olur. Duygulanır ve ağlamaya başlar. Resul-i Ekrem (sav), Hz. Ömer'e (ra) niçin ağladığını sorar.
Bunun üzerine Hz. Ömer (ra): "Kisra'nın ve Kayser'in ihtişamlı hayatına karşılık, sizin tercih ettiğiniz şu hayata ağlıyorum. Oysa sen, Allahu Teala (cc)'nın Peygamberisin" cevabını verir. Resul-i Ekrem (sav), Hz. Ömer'i (ra) teselli için: "Sen dünyanın onlara, ahiretin ise bize ait olmasına razı olmuyor musun?" buyurur. (2) Buradaki incelik şudur: Dünya hayatının süsü, ihtişamı ve debdebesi önemli değildir.
Bunu, "dünyanın kafirlere teslim edilmesi" şeklinde değerlendirmeye imkan yoktur. Yeryüzünde fitneden eser kalmayıncaya kadar cihadı emreden Allahu Teala (cc), dünyanın kafirlerin eline terkedilmesine razı olmamıştır. Önemli bir noktaya daha işaret etmekte fayda vardır. İmtihan dünyası ile ahiret hayatı, birbirini tamamlayan iki unsurdur.
Ahiret saadeti, dünyadaki (tahkiki iman, ibadet, salih amel vs.) gayretlerin bir sonucu olarak elde edilebilir. Dolayısıyle dünya ile ahireti, birbirinin düşmanı gibi değerlendirmek mümkün değildir Dünya ile ahiret arasında zaruri bir tercih sözkonusu olursa, ebedi olmasından dolayı "ahiret hayatı" tercih edilir.(3)
Resul-i Ekrem (sav)'in: "Cennet'te bir kamçı büyüklüğü kadar yer, dünyadan ve dünyada bulunan her şeyden daha iyidir"(4) buyurduğu ve daha sonra, "Kim ki, hemen ateşin elinden kurtarılır da Cennet'e konulursa, işte o kurtuluşa ermiştir. Dünya hayatı, aldatıcı meta'dan (ve zinetten) başka birşey değildir."(Al-i İmran Suresi:186) ayetini okuduğu muteber kaynaklarda zikredilmiştir.
Diğer bir Hadis-i Şerif'te: "Vallahi, ahiret karşısında dünya, birinizin parmağını denize daldırmasına benzer. Şimdi bakınız, parmağınız denizden size ne getirir?" (5) buyurulmuştur. Burada ebedi olan ahiret hayatının, fani olan dünya hayatından ne kadar üstün olduğu bir teşbih ile anlatılmıştır.
Her Müslümanın, dünya nimetlerini elde etmek için gayret sarfetmesi zaruridir. Hatta Müslümanların bütün imkanlarını kullanmaları şarttır. Resul-i Ekrem (sav): "Kıyamet koparken sizden birinizin elinde bir hurma dalı bulunur da, bunu Kıyamet kopmadan dikmeye gücü yeterse, muhakkak onu diksin, bırakmasın"(6) tavsiyesinde bulunmuştur.
Kıyamet'in mahiyeti dikkate alınırsa, bu tavsiyenin mahiyeti kolayca kavranabilir. İslam topraklarında yaygın olan, "dünyanın kafirlere, ahiretin ise mü'minlere ait olduğu" şeklindeki yanlış kanaatin, değişik musibetlere vesile olduğu sabittir. Her Müslüman, İslam'ın temel hedeflerini gerçekleştirmek niyeti ile gece-gündüz çalışması zaruridir.
Sanayileşmiş ülkelerin dünya siyasetindeki belirleyici rolleri dinlerinden değil, maddi servetlerinden kaynaklanmaktadır. Maddi servetlerinin önemli bir bölümünü geçtiğimiz yüzyılda, diğer ülkeleri istila ederek elde etmişlerdir. Bunu dikkate almamak mümkün değildir. Halkı Hıristiyan olan Habeşistan, başka ülkeleri istila edemediği için, geri kalmış ülkelerden birisidir. Meselenin özü budur. Birbirimize dua edelim.
(1) İmam-ı Münavi- Feyzu'l Kadir Beyrut: 1972 C: 1 Sh: 532.
(2) Hasan Basri Çantay- Kırk Hadis- İst: 1962 C: 2 Sh: 257.
(3) İmam-ı Yusuf- Kitabu'l Haraç- İst: 1973 Sh: 18.
(4) Sahih-i Buhari- K. Cihad: 73, Ayrıca Sünen-i Tirmizi- Fadailu'l-Cihad: 19,
(5) Sahih-i Müslim- Kitabu'l Cenne:14 Hadis no: 55,
(6) Abdi'l Latifi'z Zebidi- Sahih-i Buhari Muhtasarı, Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi- Ank: 1974 C: 7 Sh: 124.
İMANIN RÜKÜNLERİNDE İHTİLAF OLUR MU?
SORU: "Şehrimizde değişik dini meşrepler ve farklı tebliğ usulünü savunan Müslümanlar vardır. Davet edildiğim zaman, farklı meşreblerin sohbetlerine iştirak ediyorum. (...) Kur'an ve Sünnet'i esas alan, müctehid imamlara veya herhangi bir mezhebe tabi olmayı rededen arkadaşların sohbet meclisinde, 'Farzları terkeden veya haram işleyen kimselere Müslüman denilir mi, denilmez mi?' suali ortaya atıldı. Bazıları, Hz. Abdullah ibn-i Mesud (ra)'dan rivayet edilen hadisi, bazıları da Hz. Cabir'den (ra) gelen rivayeti öne sürerek, farklı tezleri savundular. (...) Allahu Teala (cc)'nın şirkin dışında kalan her türlü cürümü, dilediği kimseler için affedeceğine dair ayeti esas alanlar ile ameli imandan kabul edenler arasında ihtilaf çıktı. İmanın ıstılahi manasında bile anlaşamadılar. (...) Bu sohbetten sonra zihnime şu sualler takıldı: İman esaslarının farklı olarak değerlendirilmesi mümkün müdür? İmanın rükünlerinde ihtilaf olur mu? Büyük günahları işleyen veya farzları terkeden kimseye Müslüman denilir mi?"
CEVAP: Önce iman kelimesi üzerinde duralım. Lugat uleması, iman kelimesinin; "Emn" veya "Eman" kökünden türemiş bir masdar olduğunu belirtmişlerdir. Mücerred olarak "doğrulamak, tasdik etmek, bir kimseye veya bir şeye inanıp güvenmek" gibi manalara gelir.(1)
Istılahi mahiyeti şöyle tarif edilmiştir: "Peygamberimiz Efendimiz'i (sav); Allahu Teala (cc)'nın katından getirmiş olduğu bilinen haberlerde ve hükümlerde, kat'i olarak tasdik etmeye ve bu tasdiki diliyle ikrara iman denilir." Kat'i nasslarla sabit olan hükümlerde (itikadi meselelerde) ihtilaf caiz değildir.
Ancak hevalarına uyan kimselerin (ehl-i bid'atın) itikadi meselede ihtilaf ettikleri sabittir. Ehl-i Sünnet'ten ayrılan fırkaların özelliği budur. Müctehid imamlar, münafıklarla ilgili nassları dikkate alarak, tasdik ile ikrar arasındaki münasebeti izah etmişlerdir. İbn-i Abidin, "Hanefilerin ekserisine göre iman, tasdik ile beraber ikrardır. Muhakkıklara göre ise, yalnız kalben tasdiktir. İkrar, dünya ahkamının icrası için şarttır"(2) diyerek, bu inceliğe işaret etmiştir.
İmam-ı Azam Ebu Hanife'ye (rh.a) göre; imanın asli rüknü, kalben tasdiktir. Zira dil ile ikrar ettikleri halde, kalben tasdik etmeyen münafıklar (ahiret ahkamı açısından) kafir hükmündedirler.(3)
Nitekim Kur'an-ı Kerim'de, "İnsanlardan öyle kimseler vardır ki, kendileri iman etmiş olmadıkları halde 'Allah'a ve ahiret gününe inandık' derler. Halbuki onlar inanıcı (insan)lar değildirler" (El Bakara Suresi: 8) hükmü beyan buyurulmuştur. Yine bir diğer ayet-i kerime'de, "Ey Peygamber!.. Kalbleriyle inanmadıkları halde ağızlarıyla "inandık" diyenlerle, Yahudilerden o küfr içinde (alabildiğine) koşuşanlar seni mahzun etmesin" (El Maide Suresi: 41) denilmiştir.
Dikkat edilirse, bu ayet-i kerimelerde; dilleriyle inandıklarını ikrar eden, fakat kalben tasdik etmeyen kimselerin hali beyan edilmiştir. Kalbi tasdik olmadığı müddetçe, dil ile ikrarın bir önemi yoktur. İkisinin bir arada bulunması gerekir.(4)
Resul-i Ekrem (sav)'in, "İnsanlar 'La ilahe illallah' deyinceye kadar (onlarla) cihada memur oldum. Şimdi her kim, 'Allah'dan başka ilah yoktur' derse, canını ve malını benden korumuş olur. Ancak hakkı ile olursa (yani kalben tasdik ederse) ne ala!..Aksi durumda da hesabı Allahu Teala (cc)'ya kalmıştır"(5) buyurduğu malumdur.
Dolayısıyle; imanın asli rüknü, kalben tasdiktir. Dünya ahkamının icrası açısından zaruri rüknü ise, dil ile ikrar etmesidir. Zira bir kimse; kalben tasdik eder, fakat bunu dili ile ikrar etmezse, Müslüman olduğu bilinemez. Ehl-i Sünnet ve'l Cemaat'in müctehid imamlarının, "İman; kalb ile tasdik, dil ile ikrardır" hükmünde ittifak etmeleri nassa dayanır. Harici fırkası, "İman; kalb ile tasdik, dil ile ikrar ve azalarla ameldir" tarifini esas alarak; büyük günah işleyen herkesin kafir olduğunu söylemişlerdir.
Onlara göre amel olmadığı müddetçe, imanın hiç faydası yoktur. Herhangi bir farzı terkeden veya haramı irtikap eden kimse, kafirdir. Haricilere tepki olarak ortaya çıkan Mürcie fırkası, "Asıl olan sadece imandır. İman da ikrardan ibarettir. Amellerin fazla bir değeri yoktur"(6) tezini ortaya atmıştır. Mutezile fırkası ise, "Büyük günah işleyen kimse imandan çıkar, fakat küfre girmez. Bu kimse, iman ile küfür arasında olan bir makamda (El menzile beyne'l menzileteyn makamında) bulunur.
Eğer ölmeden önce, şartlarına uygun olarak tevbe ederse mü'min, etmezse kafir hükmündedir" iddiasını gündeme getirmiştir. Harici fırkasından olan kimseler, Kur'an-ı Kerim'in ayetlerini ve Resul-i Ekrem (sav)'in sünnetini tev'il ederek, mü'minlerin emiri Hz.Ali'yi (ra) dahi tekfir etmişlerdir. Meselenin özü budur. Birbirimize dua edelim.
(1) Asım Efendi-Kamus Tercemesi-İst: 1304, C: 4, Sh: 548.
(2) İbn-i Abidin-Reddü'l Muhtar Ale'd Dürri'l Muhtar-İst: 1983, C: 9, Sh: 5.
(3) İmam-ı Azam Ebu Hanife-El Alim ve'l Müteallim-Kahire: 1368, Sh: 57.
(4) İmam-ı Maturidi-Kitabu't Tevhid-Beyrut: 1970, Sh: 373 vd.
(5) Sahih-i Müslim-İst: 1401, C: 1, Sh: 51-52, Had. No: 32; ayrıca İmam-ı Suyuti-Mütevatir Hadisler-Ank: 1992, Sh: 30-31, Had. No: 4.
(6) İmam-ı Şehristani-El Milel ve'n Nihal-Beyrut: 1395, C: 1, Sh: 139-141
CEVAP: Önce iman kelimesi üzerinde duralım. Lugat uleması, iman kelimesinin; "Emn" veya "Eman" kökünden türemiş bir masdar olduğunu belirtmişlerdir. Mücerred olarak "doğrulamak, tasdik etmek, bir kimseye veya bir şeye inanıp güvenmek" gibi manalara gelir.(1)
Istılahi mahiyeti şöyle tarif edilmiştir: "Peygamberimiz Efendimiz'i (sav); Allahu Teala (cc)'nın katından getirmiş olduğu bilinen haberlerde ve hükümlerde, kat'i olarak tasdik etmeye ve bu tasdiki diliyle ikrara iman denilir." Kat'i nasslarla sabit olan hükümlerde (itikadi meselelerde) ihtilaf caiz değildir.
Ancak hevalarına uyan kimselerin (ehl-i bid'atın) itikadi meselede ihtilaf ettikleri sabittir. Ehl-i Sünnet'ten ayrılan fırkaların özelliği budur. Müctehid imamlar, münafıklarla ilgili nassları dikkate alarak, tasdik ile ikrar arasındaki münasebeti izah etmişlerdir. İbn-i Abidin, "Hanefilerin ekserisine göre iman, tasdik ile beraber ikrardır. Muhakkıklara göre ise, yalnız kalben tasdiktir. İkrar, dünya ahkamının icrası için şarttır"(2) diyerek, bu inceliğe işaret etmiştir.
İmam-ı Azam Ebu Hanife'ye (rh.a) göre; imanın asli rüknü, kalben tasdiktir. Zira dil ile ikrar ettikleri halde, kalben tasdik etmeyen münafıklar (ahiret ahkamı açısından) kafir hükmündedirler.(3)
Nitekim Kur'an-ı Kerim'de, "İnsanlardan öyle kimseler vardır ki, kendileri iman etmiş olmadıkları halde 'Allah'a ve ahiret gününe inandık' derler. Halbuki onlar inanıcı (insan)lar değildirler" (El Bakara Suresi: 8) hükmü beyan buyurulmuştur. Yine bir diğer ayet-i kerime'de, "Ey Peygamber!.. Kalbleriyle inanmadıkları halde ağızlarıyla "inandık" diyenlerle, Yahudilerden o küfr içinde (alabildiğine) koşuşanlar seni mahzun etmesin" (El Maide Suresi: 41) denilmiştir.
Dikkat edilirse, bu ayet-i kerimelerde; dilleriyle inandıklarını ikrar eden, fakat kalben tasdik etmeyen kimselerin hali beyan edilmiştir. Kalbi tasdik olmadığı müddetçe, dil ile ikrarın bir önemi yoktur. İkisinin bir arada bulunması gerekir.(4)
Resul-i Ekrem (sav)'in, "İnsanlar 'La ilahe illallah' deyinceye kadar (onlarla) cihada memur oldum. Şimdi her kim, 'Allah'dan başka ilah yoktur' derse, canını ve malını benden korumuş olur. Ancak hakkı ile olursa (yani kalben tasdik ederse) ne ala!..Aksi durumda da hesabı Allahu Teala (cc)'ya kalmıştır"(5) buyurduğu malumdur.
Dolayısıyle; imanın asli rüknü, kalben tasdiktir. Dünya ahkamının icrası açısından zaruri rüknü ise, dil ile ikrar etmesidir. Zira bir kimse; kalben tasdik eder, fakat bunu dili ile ikrar etmezse, Müslüman olduğu bilinemez. Ehl-i Sünnet ve'l Cemaat'in müctehid imamlarının, "İman; kalb ile tasdik, dil ile ikrardır" hükmünde ittifak etmeleri nassa dayanır. Harici fırkası, "İman; kalb ile tasdik, dil ile ikrar ve azalarla ameldir" tarifini esas alarak; büyük günah işleyen herkesin kafir olduğunu söylemişlerdir.
Onlara göre amel olmadığı müddetçe, imanın hiç faydası yoktur. Herhangi bir farzı terkeden veya haramı irtikap eden kimse, kafirdir. Haricilere tepki olarak ortaya çıkan Mürcie fırkası, "Asıl olan sadece imandır. İman da ikrardan ibarettir. Amellerin fazla bir değeri yoktur"(6) tezini ortaya atmıştır. Mutezile fırkası ise, "Büyük günah işleyen kimse imandan çıkar, fakat küfre girmez. Bu kimse, iman ile küfür arasında olan bir makamda (El menzile beyne'l menzileteyn makamında) bulunur.
Eğer ölmeden önce, şartlarına uygun olarak tevbe ederse mü'min, etmezse kafir hükmündedir" iddiasını gündeme getirmiştir. Harici fırkasından olan kimseler, Kur'an-ı Kerim'in ayetlerini ve Resul-i Ekrem (sav)'in sünnetini tev'il ederek, mü'minlerin emiri Hz.Ali'yi (ra) dahi tekfir etmişlerdir. Meselenin özü budur. Birbirimize dua edelim.
(1) Asım Efendi-Kamus Tercemesi-İst: 1304, C: 4, Sh: 548.
(2) İbn-i Abidin-Reddü'l Muhtar Ale'd Dürri'l Muhtar-İst: 1983, C: 9, Sh: 5.
(3) İmam-ı Azam Ebu Hanife-El Alim ve'l Müteallim-Kahire: 1368, Sh: 57.
(4) İmam-ı Maturidi-Kitabu't Tevhid-Beyrut: 1970, Sh: 373 vd.
(5) Sahih-i Müslim-İst: 1401, C: 1, Sh: 51-52, Had. No: 32; ayrıca İmam-ı Suyuti-Mütevatir Hadisler-Ank: 1992, Sh: 30-31, Had. No: 4.
(6) İmam-ı Şehristani-El Milel ve'n Nihal-Beyrut: 1395, C: 1, Sh: 139-141
Kızlarımıza Nasîhatlar
Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, muhterem kerîmeleri Hz. Fâtıma-i Zehrâ (r.anhâ)’ya gelin olurken şu nasîhatta bulunmuşlardır: "Kızım kendini temiz tut! (Devamlı) Rabbini zikret! Efendin sana baktığı zaman Sen’den memnun olsun, büyük bir ferahlık duysun! Gözlerini sürmele! Sürme, kadınların ziynetidir. Kızım! Kocan sana baktığı zaman gözlerini ondan ayırma; Sen de mukâbele et! Böyle yaparsan sevgin fazla olur. O başka tarafa bakarken, Sen onun yüzüne bak! Bunun büyük mükâfâtı vardır.. Güzel bakışlarınla, güler yüzle onu takip edip memnun etmene bir ay nâfile orucu sevâbı yazılır.
Kocanın yanında sessiz ve ilgisiz durma! Onun hoşlandığı şekilde güzelce söyle ki, sana muhabbet etsin.. Kocanın hatâlarını başkalarına söyleme! Eğer söylersen, Allah Teâlâ sana gazab eder.. Sonra melekler, peygamberler ve nihâyet kocan sana gücenir..."
*
Ashâb-ı Kirâm’dan Hâris (r.a.)’ın kızı Esmâ (r.anha), gelin olup giderken annesi ona şu nasîhati yapmıştı:
"Kızım, evimizden çıkıp başka bir eve, ülfet etmediğin bir kimseye gidiyorsun.. Sen kocana yer ol ki, o sana gök olsun! Sen ona hizmetçi ol ki, o sana köle olsun! Kocana yumuşak davran! Öfkeli hallerinde sessizce yanından kayboluver.. Öfkesi geçinceye kadar ona görünme.. Ağzını ve kulağını muhâfaza et.. Kocan sana fenâ söylerse, söylediklerini duyma; sakın mukâbelede bulunma! Ona karşı gelme! Dâimâ senden güzel söz işitsin, güler yüz görsün.. Bu suretle sana iyi nazarla baksın.."
*
Arap kabilelerinin reislerinden Avf b. Milham’ın Ümm-i Unâs adında bir kızı vardı. Bu kızını Arap meliklerinden Kinde emiri Hâris b. Amir ile evlendirmeye karar verdi. Kızın annesi Ümâme, gelin olacağı gün kızını karşısına oturtup asırlardır kıymetini ve tazeliğini muhâfaza eden şu târihî nasihatlarını yapmıştı: "Bak yavrum! Sana bazı şeyler anlatacağım. Onları belleyip îcâb ettiği şekilde hareket et ki, kocanla güzel geçinip aranız bozulmasın:
1. Hâline râzı ol! Yâni kocan, yenilecek ve giyileceğe dâir ne alır getirirse kabul et! Zîrâ kalb rahatlığının ilk yolu kanâattir.
2. Kocanla olan sohbetlerinde, onun sözlerine itâat ederek konuş! İtiraz ve isyan ederek hürmet ve itâatte kusûr etme!. Böyle karşılıklı anlaşma ve itâat ile yapılan sohbetlerden Allah Teâlâ râzı olur..
3. Efendinin göreceği yerlere dikkat ve ehemmiyet göster! Sakın onun gözüne çirkin birşey çarpmasın!.
4. Kokusu olabilecek yerleri kolla, hassasiyet göster.. Daima güzel kokulu durmasını temin et.. Burnuna kötü koku gitmesin! Şunu unutma ki, güzellik ve temizlik getiren şeylerin en iyisi ve âlâsı sudur.
5. Yemek saatini iyi tesbit et.. İstediği anda hemen hazır bulundur..
6. Uyuyacağı vakti geciktirme.. Adeti ne zamansa, o zamanda yemeğini ve yatağını hazırla! Zîrâ açlık, insanı huysuzlandırdığı gibi, uykusuzluk da öfkelendirir, geçiminin bozulmasına sebep olur.
7. Mal ve eşyasını muhâfaza etmekte titizlik göster.. Çünkü malı muhâfaza etmek, iş bilmekten doğar.
8. Akrabâ ve yakınlarına hizmette kusur etme! Kocanın hısım-akrabâsına hürmet etmek de iyi idâre ve tedbirli olmaktan ileri gelir.
9. Efendinin, haberdar olduğun sırlarını sakın kimseye duyurma.. Eğer duyuracak olursan, itimâdını kaybeder, sen de ondan emin olamazsın...
10. Kocanın dîne aykırı olmayan isteklerini yerine getir.. Zıddını söyleme ve karşı gelme! Eğer karşı gelip isyan edersen, kendine kinlendirip düşman edersin.. O, kederli olduğu zaman sen neşeli olmaktan; neşeli olduğu vakit de sen hüzünlü görünmekten çekin! Zîrâ onun üzüntülü zamanında senin neşeli görünmen, neşeli zamanında da kederli bulunman onu sevmemenin, hislerine ve dertlerine ortak olmamanın delilidir. Bu hal ise, sizi birbirirnizden ayırmaya kadar götüren soğuk bir davranıştır.
Şunu iyi bil ki, bu nasihatlarımı yerine getirip gereği gibi hareket edebilmen için; isteklerine, eşinin isteklerini tercih etmen gerekmektedir. Onun isteklerini nefsinin isteklerine tercih edebilirsen, bu söylediklerimi kolayca yapabilirsin..." Büyüklerimizin tecrübe mahsûlü olarak kızlarına yaptıkaları bu nasihatlar; ağız tadıyla geçinmek, evini ve çocuklarını güzelce idâre etmek ve onları mutlu kılmak isteyen hanım kızlarımızın kulaklarına küpe olmalıdır.
Kocanın yanında sessiz ve ilgisiz durma! Onun hoşlandığı şekilde güzelce söyle ki, sana muhabbet etsin.. Kocanın hatâlarını başkalarına söyleme! Eğer söylersen, Allah Teâlâ sana gazab eder.. Sonra melekler, peygamberler ve nihâyet kocan sana gücenir..."
*
Ashâb-ı Kirâm’dan Hâris (r.a.)’ın kızı Esmâ (r.anha), gelin olup giderken annesi ona şu nasîhati yapmıştı:
"Kızım, evimizden çıkıp başka bir eve, ülfet etmediğin bir kimseye gidiyorsun.. Sen kocana yer ol ki, o sana gök olsun! Sen ona hizmetçi ol ki, o sana köle olsun! Kocana yumuşak davran! Öfkeli hallerinde sessizce yanından kayboluver.. Öfkesi geçinceye kadar ona görünme.. Ağzını ve kulağını muhâfaza et.. Kocan sana fenâ söylerse, söylediklerini duyma; sakın mukâbelede bulunma! Ona karşı gelme! Dâimâ senden güzel söz işitsin, güler yüz görsün.. Bu suretle sana iyi nazarla baksın.."
*
Arap kabilelerinin reislerinden Avf b. Milham’ın Ümm-i Unâs adında bir kızı vardı. Bu kızını Arap meliklerinden Kinde emiri Hâris b. Amir ile evlendirmeye karar verdi. Kızın annesi Ümâme, gelin olacağı gün kızını karşısına oturtup asırlardır kıymetini ve tazeliğini muhâfaza eden şu târihî nasihatlarını yapmıştı: "Bak yavrum! Sana bazı şeyler anlatacağım. Onları belleyip îcâb ettiği şekilde hareket et ki, kocanla güzel geçinip aranız bozulmasın:
1. Hâline râzı ol! Yâni kocan, yenilecek ve giyileceğe dâir ne alır getirirse kabul et! Zîrâ kalb rahatlığının ilk yolu kanâattir.
2. Kocanla olan sohbetlerinde, onun sözlerine itâat ederek konuş! İtiraz ve isyan ederek hürmet ve itâatte kusûr etme!. Böyle karşılıklı anlaşma ve itâat ile yapılan sohbetlerden Allah Teâlâ râzı olur..
3. Efendinin göreceği yerlere dikkat ve ehemmiyet göster! Sakın onun gözüne çirkin birşey çarpmasın!.
4. Kokusu olabilecek yerleri kolla, hassasiyet göster.. Daima güzel kokulu durmasını temin et.. Burnuna kötü koku gitmesin! Şunu unutma ki, güzellik ve temizlik getiren şeylerin en iyisi ve âlâsı sudur.
5. Yemek saatini iyi tesbit et.. İstediği anda hemen hazır bulundur..
6. Uyuyacağı vakti geciktirme.. Adeti ne zamansa, o zamanda yemeğini ve yatağını hazırla! Zîrâ açlık, insanı huysuzlandırdığı gibi, uykusuzluk da öfkelendirir, geçiminin bozulmasına sebep olur.
7. Mal ve eşyasını muhâfaza etmekte titizlik göster.. Çünkü malı muhâfaza etmek, iş bilmekten doğar.
8. Akrabâ ve yakınlarına hizmette kusur etme! Kocanın hısım-akrabâsına hürmet etmek de iyi idâre ve tedbirli olmaktan ileri gelir.
9. Efendinin, haberdar olduğun sırlarını sakın kimseye duyurma.. Eğer duyuracak olursan, itimâdını kaybeder, sen de ondan emin olamazsın...
10. Kocanın dîne aykırı olmayan isteklerini yerine getir.. Zıddını söyleme ve karşı gelme! Eğer karşı gelip isyan edersen, kendine kinlendirip düşman edersin.. O, kederli olduğu zaman sen neşeli olmaktan; neşeli olduğu vakit de sen hüzünlü görünmekten çekin! Zîrâ onun üzüntülü zamanında senin neşeli görünmen, neşeli zamanında da kederli bulunman onu sevmemenin, hislerine ve dertlerine ortak olmamanın delilidir. Bu hal ise, sizi birbirirnizden ayırmaya kadar götüren soğuk bir davranıştır.
Şunu iyi bil ki, bu nasihatlarımı yerine getirip gereği gibi hareket edebilmen için; isteklerine, eşinin isteklerini tercih etmen gerekmektedir. Onun isteklerini nefsinin isteklerine tercih edebilirsen, bu söylediklerimi kolayca yapabilirsin..." Büyüklerimizin tecrübe mahsûlü olarak kızlarına yaptıkaları bu nasihatlar; ağız tadıyla geçinmek, evini ve çocuklarını güzelce idâre etmek ve onları mutlu kılmak isteyen hanım kızlarımızın kulaklarına küpe olmalıdır.
İMAN VE İSLAM KAVRAMLARININ KEYFİYETİ
SORU: "Türkiye'de çağdaş uygarlığı savunan ve İslam hukukunu reddeden insanlara, hangi dinden olduklarını sorsanız, Müslüman olduklarını söylerler. Bu insanlar, Allah'a ve ahiret gününe inandıklarını da iddia edebilirler. Bunlara mü'min vasfı verilebilir mi? (..) Türkiye'nin yüzde doksan dokuzunun Müslüman olduğu doğru mudur ? Bir mecliste bu konu açıldı. Değişik görüşler ileri sürüldü. Bir kardeşimiz, bedeviler ile ilgili ayeti (Hucurat Suresi:14) okudu ve İslam ile imanın aynı şeyler olmadığını söyledi.(..) İman ile İslam veya mü'min ile Müslüman, farklı mahiyetleri ifade eden kavramlar mıdır ? Her Müslümana, mü'min diyebilir miyiz? Türkiye'de bedevi Müslümanlığının yaygın, fakat gerçek mü'minlerin az olduğunu iddia etmek mümkün müdür?"
CEVAP: Önce bir hususa işaret edelim. Bazı insanlar, Allahu Teala (cc)'nın indirdiği hükümleri kalben tasdik etmedikleri halde, Müslüman olduklarını söyleyebilirler. Hatta "Allah'a ve ahiret gününe inandıklarını" iddia edebilirler. Bu yeni bir hadise değildir.
Zira Kur'an-ı Kerim'de: "İnsanlardan öyle kimseler vardır ki, kendileri iman etmiş olmadıkları halde 'Allah'a ve ahiret gününe inandık' derler. Halbuki onlar inanıcı (insan) lar değildirler" (El Bakara Suresi: 8) hükmü beyan buyurulmuş ve onların Müslüman olmadıkları haber verilmiştir. Kat'i nasslar ile sabit olan hükümleri; kalben tasdik etmeyen münafıklar, ahiret ahkamı açısından kafir hükmündedirler.
Ancak ikrarları dikkate alınarak; dünya ahkamı açısından, Müslüman gibi muamele görürler. İmam-ı Şehristani "İslam lafzı; hem mü'min, hem münafık için kullanılan müşterek bir lafızdır"(1) diyerek, bu inceliğe işaret etmiştir. Mütevatir olan bir Hadis-i Şerif'de Resul-i Ekrem (SAV)'in: "İnsanlar 'La ilahe illallah' deyinceye kadar (onlarla) cihada memur oldum.
Şimdi her kim 'Allah'dan başka ilah yoktur' (La İlahe İllallah) derse, canını ve malını benden korumuş olur. Ancak hakkı ile olursa (yani kalben tasdik ederse), ne âlâ!.. Aksi durumda da (sadece dille söyler, kalben inanmazsa), hesabı Allahu Teala (cc)'ya kalmıştır" (2) buyurduğu malumdur.
İmam-ı Muhammed (rh.a), bu Hadis-i Şerif'i zikrettikten sonra: "Netice olarak, bir kimse malum olan şirk itikadının hilafı olan tevhidi ikrar ettiği zaman İslam'a girişine hükmolunur. Çünkü gerçek itikadını tesbit etme imkanımız yoktur. Neyi ikrar ettiğini duyarsak, o inançta olduğuna hükmederiz" (3) diyerek, dünya ahkamı açısından ikrarın esas alınacağını bildirmiştir.
Bu genel izahtan sonra, "İman ile İslam veya mü'min ile Müslüman, farklı mahiyetleri ifade eden kavramlar mıdır" sualinize geçebiliriz. İmam-ı Maturidi "Kitabu't Tevhid" isimli eserinde; "Bize göre iman ile İslam; her ne kadar lügat ve lafız itibariyle manaları farklı da olsa, kendileri ile murad edilen mahiyet aynıdır."(4) diyerek, bir inceliğe işaret etmiştir. Hz. Abdullah b. Ömer (ra)'den rivayet edilen bir haberde, Resul-i Ekrem (sav)'in : "İslam beş şey üzerine bina olunmuştur. (Bu beş şey) 'Allah'tan başka ilah yoktur.
Hz. Muhammed, O'nun elçisidir' demek (Kelime-i Şehadet getirmek), namaz kılmak, zekat vermek, hacc etmek ve ramazan orucunu tutmaktır" (5) buyurduğu malumdur. Dikkat edilirse; "Kelime-i Şehadet" (yani iman), İslam diye isimlendirilmiştir. Nureddin Es-Sabuni bu konu ile ilgili olarak şunları zikretmektedir: "İman ve İslam terimleri biz Ehl-i Sünnet'e göre aynıdır.
Zevahir ulemasına göre ise ayrı ayrı şeylerdir. Ehl-i Sünnet görüşünün isbatı şöyledir ki; "İman" aziz ve celil olan Allahu Teala (cc)'yı haber verdiği emir ve yasaklarında tasdik etmekten ibarettir. "İslam" ise, O'nun uluhiyetine boyun eğip itaat eylemektir, bu da ancak O'nun emir ve nehyini benimsemekle gerçekleşebilir.
O halde taşıdıkları hüküm bakımından iman, İslam'dan ayrılamaz ve aralarında muğayeret (birbirine zıtlık) bulunamaz. İman ile İslam'ın birbirinden ayrı şeyler olduklarını iddia eden kimseye sorulur: "Mü'min olup da müslim olmayan, yahud da müslim olup da mü'min olmayan kimsenin hükmü nedir? Eğer biri için mevcud olup da öteki için bulunmayan bir hüküm isbat edilebilirse ne âlâ, aksi takdirde sözünün yanlışlığı ortaya çıkmış olur." (6)
İmanın zaruri rüknü; inanılması farz olan hususları, kalben tasdikdir. Dünya ahkamının icrası açısından gerekli olan rüknü ise, mükellefin dili ile ikrarıdır. (7) Türkiye'deki bazı insanların durumu ile bedevilerin hali arasında bazı benzerlikler vardır. Meselenin özü budur. Birbirimize dua edelim.
(1) İmam-ı Şehristani- El Mile'l Ve'n Nihal- Beyrut: 1395 C: 1 Sh: 40.
(2) İmam-ı Suyuti- Mütevatir Hadisler- Ank:1992 Sh: 30 Hd.No: 4, Ayrıca Sahih-i Müslim- İst: 1401, C: 1, Sh: 51-52, Had No: 32
(3) İmam-ı Muhammed - Siyer-i Kebir - İst: 1980, Evs Yay. C: 1, Sh: 163
(4) İmam-ı Maturidi-Kitabu't Tevhid-Beyrut: 1970 Sh: 394
(5) Ahmed b. Hanbel-Müsned-İst: 1401 C: 2 Sh: 26, 93, 120. Ayrıca Sahih-i Buhari-K. iman: 1, 3, Sünen-i Nesai-K. İman: 13
(6) Nureddin Es Sabuni- Maturidiyye Akaidi-Ank: 1978 Sh: 184
(7) İmam-ı Azam Ebu Hanife - El Alim ve'l Müteallim - Kahire: 1368 Sh: 57 Ayrıca İbn-i Abidin - Reddü'l Muhtar Ale'd Dürri'l Muhtar - İst 1983, C: 9
CEVAP: Önce bir hususa işaret edelim. Bazı insanlar, Allahu Teala (cc)'nın indirdiği hükümleri kalben tasdik etmedikleri halde, Müslüman olduklarını söyleyebilirler. Hatta "Allah'a ve ahiret gününe inandıklarını" iddia edebilirler. Bu yeni bir hadise değildir.
Zira Kur'an-ı Kerim'de: "İnsanlardan öyle kimseler vardır ki, kendileri iman etmiş olmadıkları halde 'Allah'a ve ahiret gününe inandık' derler. Halbuki onlar inanıcı (insan) lar değildirler" (El Bakara Suresi: 8) hükmü beyan buyurulmuş ve onların Müslüman olmadıkları haber verilmiştir. Kat'i nasslar ile sabit olan hükümleri; kalben tasdik etmeyen münafıklar, ahiret ahkamı açısından kafir hükmündedirler.
Ancak ikrarları dikkate alınarak; dünya ahkamı açısından, Müslüman gibi muamele görürler. İmam-ı Şehristani "İslam lafzı; hem mü'min, hem münafık için kullanılan müşterek bir lafızdır"(1) diyerek, bu inceliğe işaret etmiştir. Mütevatir olan bir Hadis-i Şerif'de Resul-i Ekrem (SAV)'in: "İnsanlar 'La ilahe illallah' deyinceye kadar (onlarla) cihada memur oldum.
Şimdi her kim 'Allah'dan başka ilah yoktur' (La İlahe İllallah) derse, canını ve malını benden korumuş olur. Ancak hakkı ile olursa (yani kalben tasdik ederse), ne âlâ!.. Aksi durumda da (sadece dille söyler, kalben inanmazsa), hesabı Allahu Teala (cc)'ya kalmıştır" (2) buyurduğu malumdur.
İmam-ı Muhammed (rh.a), bu Hadis-i Şerif'i zikrettikten sonra: "Netice olarak, bir kimse malum olan şirk itikadının hilafı olan tevhidi ikrar ettiği zaman İslam'a girişine hükmolunur. Çünkü gerçek itikadını tesbit etme imkanımız yoktur. Neyi ikrar ettiğini duyarsak, o inançta olduğuna hükmederiz" (3) diyerek, dünya ahkamı açısından ikrarın esas alınacağını bildirmiştir.
Bu genel izahtan sonra, "İman ile İslam veya mü'min ile Müslüman, farklı mahiyetleri ifade eden kavramlar mıdır" sualinize geçebiliriz. İmam-ı Maturidi "Kitabu't Tevhid" isimli eserinde; "Bize göre iman ile İslam; her ne kadar lügat ve lafız itibariyle manaları farklı da olsa, kendileri ile murad edilen mahiyet aynıdır."(4) diyerek, bir inceliğe işaret etmiştir. Hz. Abdullah b. Ömer (ra)'den rivayet edilen bir haberde, Resul-i Ekrem (sav)'in : "İslam beş şey üzerine bina olunmuştur. (Bu beş şey) 'Allah'tan başka ilah yoktur.
Hz. Muhammed, O'nun elçisidir' demek (Kelime-i Şehadet getirmek), namaz kılmak, zekat vermek, hacc etmek ve ramazan orucunu tutmaktır" (5) buyurduğu malumdur. Dikkat edilirse; "Kelime-i Şehadet" (yani iman), İslam diye isimlendirilmiştir. Nureddin Es-Sabuni bu konu ile ilgili olarak şunları zikretmektedir: "İman ve İslam terimleri biz Ehl-i Sünnet'e göre aynıdır.
Zevahir ulemasına göre ise ayrı ayrı şeylerdir. Ehl-i Sünnet görüşünün isbatı şöyledir ki; "İman" aziz ve celil olan Allahu Teala (cc)'yı haber verdiği emir ve yasaklarında tasdik etmekten ibarettir. "İslam" ise, O'nun uluhiyetine boyun eğip itaat eylemektir, bu da ancak O'nun emir ve nehyini benimsemekle gerçekleşebilir.
O halde taşıdıkları hüküm bakımından iman, İslam'dan ayrılamaz ve aralarında muğayeret (birbirine zıtlık) bulunamaz. İman ile İslam'ın birbirinden ayrı şeyler olduklarını iddia eden kimseye sorulur: "Mü'min olup da müslim olmayan, yahud da müslim olup da mü'min olmayan kimsenin hükmü nedir? Eğer biri için mevcud olup da öteki için bulunmayan bir hüküm isbat edilebilirse ne âlâ, aksi takdirde sözünün yanlışlığı ortaya çıkmış olur." (6)
İmanın zaruri rüknü; inanılması farz olan hususları, kalben tasdikdir. Dünya ahkamının icrası açısından gerekli olan rüknü ise, mükellefin dili ile ikrarıdır. (7) Türkiye'deki bazı insanların durumu ile bedevilerin hali arasında bazı benzerlikler vardır. Meselenin özü budur. Birbirimize dua edelim.
(1) İmam-ı Şehristani- El Mile'l Ve'n Nihal- Beyrut: 1395 C: 1 Sh: 40.
(2) İmam-ı Suyuti- Mütevatir Hadisler- Ank:1992 Sh: 30 Hd.No: 4, Ayrıca Sahih-i Müslim- İst: 1401, C: 1, Sh: 51-52, Had No: 32
(3) İmam-ı Muhammed - Siyer-i Kebir - İst: 1980, Evs Yay. C: 1, Sh: 163
(4) İmam-ı Maturidi-Kitabu't Tevhid-Beyrut: 1970 Sh: 394
(5) Ahmed b. Hanbel-Müsned-İst: 1401 C: 2 Sh: 26, 93, 120. Ayrıca Sahih-i Buhari-K. iman: 1, 3, Sünen-i Nesai-K. İman: 13
(6) Nureddin Es Sabuni- Maturidiyye Akaidi-Ank: 1978 Sh: 184
(7) İmam-ı Azam Ebu Hanife - El Alim ve'l Müteallim - Kahire: 1368 Sh: 57 Ayrıca İbn-i Abidin - Reddü'l Muhtar Ale'd Dürri'l Muhtar - İst 1983, C: 9
Bezm-i âlem Vâlide Sultan
Sultan II. Mahmûd’un hanımı ve Sultan
Abdülmecîd’in annesidir. Akıllı, tedbirli, şefkatli, cömert ve dînine
bağlı bir hanımdı. 1852 senesinde vefât etmiş, Sultan
Mahmûd Han’ın türbesine defn olunmuştur.
Bezm-i âlem Vâlide Sultan, fakir hastaların yatıp tedâvî edilmesi için yüz yataklı Vakıf Gurabâ Hastanesi’ni inşâ ettirdi. Ayrıca "Bezm-i âlem Vâlide Sultan Mektebi" (Bugünkü İstanbul Kız Lisesi) ve Beşiktaş’ta büyük bir çeşme, Yahyâ Efendi dergâh ve mescidine ilâveler ile Mekke-i Mükerreme ve Medîne-i Münevvere’de pek çok hayır hizmetlerinde bulundu. Bu müesseselerin ayakta durmaları için de vakıflar te’sis etti.
Ayrıca Bezm-i âlem Vâlide Sultan hakkında şöyle bir menkıbe anlatılır:
"Vâlide Sultan, yağmurlu bir havada faytonla saraya giderken bir su birikintisi içersinde boğulma tehlikesi ile başbaşa kalmış, çırpınmakta olan bir kedi yavrusu görür. Hemen faytonu durdurur. Ve titremekte olan kedi yavrusunu alır, üzerindeki suları elleriyle silerek ayaklarının arasına alır ve onu büyük bir anne şefkatiyle ısıtmaya çalışır. Daha sonra saraya geldiklerinde kediyi güzelce doyurur ve ona gereken bütün ihtimâmı gösterir; böylece zavallı kediciğin ölümden kurtulmasına vesile olur.
Vefâtından sonra sevenlerinden biri, kendisini rüyâsında görür. Merakla sorar:
"Vâlide Sultanım, siz dünyâ hayâtında büyük hayır-hasenât sâhibi bir kimseydiniz. Kimbilir Cenâb-ı Hakk, sizlere ne büyük ikrâm ve ihsânlarda bulunmuştur!"
Vâlide Sultan şöyle cevap verir:
"Evet, yaptığım bu hayır ve hasenâta karşılık Cenâb-ı Hakk, bana büyük ikrâmlarda bulundu. Fakat asıl büyük ikrâmı, boğulmakta olan bir kedi yavrusuna gösterdiğim şefkat dolu hizmetimden dolayı bahşetti."
Ayrıca, Bezm-i âlem Vâlide Sultan’ın sık sık kullanmış olduğu mühründe kazınmış olan aşağıdaki ibâre, O’nun bu mânevî şahsiyetininin kaynağını ortaya koyan güzel bir örnektir:
"Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl,
Muhammed’siz muhabbetten ne hâsıl?
Zuhûrundan Bezm-i âlem oldu vâsıl!.."
Cenâb-ı Hakk’dan; istikbâlin annelerine de, şefkat âbidesi Bezm-i âlem Vâlide Sultan’ın bu engin şefkatinden bir hisse nasîb etmesini dileriz.
Bezm-i âlem Vâlide Sultan, fakir hastaların yatıp tedâvî edilmesi için yüz yataklı Vakıf Gurabâ Hastanesi’ni inşâ ettirdi. Ayrıca "Bezm-i âlem Vâlide Sultan Mektebi" (Bugünkü İstanbul Kız Lisesi) ve Beşiktaş’ta büyük bir çeşme, Yahyâ Efendi dergâh ve mescidine ilâveler ile Mekke-i Mükerreme ve Medîne-i Münevvere’de pek çok hayır hizmetlerinde bulundu. Bu müesseselerin ayakta durmaları için de vakıflar te’sis etti.
Ayrıca Bezm-i âlem Vâlide Sultan hakkında şöyle bir menkıbe anlatılır:
"Vâlide Sultan, yağmurlu bir havada faytonla saraya giderken bir su birikintisi içersinde boğulma tehlikesi ile başbaşa kalmış, çırpınmakta olan bir kedi yavrusu görür. Hemen faytonu durdurur. Ve titremekte olan kedi yavrusunu alır, üzerindeki suları elleriyle silerek ayaklarının arasına alır ve onu büyük bir anne şefkatiyle ısıtmaya çalışır. Daha sonra saraya geldiklerinde kediyi güzelce doyurur ve ona gereken bütün ihtimâmı gösterir; böylece zavallı kediciğin ölümden kurtulmasına vesile olur.
Vefâtından sonra sevenlerinden biri, kendisini rüyâsında görür. Merakla sorar:
"Vâlide Sultanım, siz dünyâ hayâtında büyük hayır-hasenât sâhibi bir kimseydiniz. Kimbilir Cenâb-ı Hakk, sizlere ne büyük ikrâm ve ihsânlarda bulunmuştur!"
Vâlide Sultan şöyle cevap verir:
"Evet, yaptığım bu hayır ve hasenâta karşılık Cenâb-ı Hakk, bana büyük ikrâmlarda bulundu. Fakat asıl büyük ikrâmı, boğulmakta olan bir kedi yavrusuna gösterdiğim şefkat dolu hizmetimden dolayı bahşetti."
Ayrıca, Bezm-i âlem Vâlide Sultan’ın sık sık kullanmış olduğu mühründe kazınmış olan aşağıdaki ibâre, O’nun bu mânevî şahsiyetininin kaynağını ortaya koyan güzel bir örnektir:
"Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl,
Muhammed’siz muhabbetten ne hâsıl?
Zuhûrundan Bezm-i âlem oldu vâsıl!.."
Cenâb-ı Hakk’dan; istikbâlin annelerine de, şefkat âbidesi Bezm-i âlem Vâlide Sultan’ın bu engin şefkatinden bir hisse nasîb etmesini dileriz.
İMAN İLE AMEL ARASINDAKİ MÜNASEBET
SORU: "Daha çocuk yaşta iken Kur'an kursu
hocası bize "imanın rüknü, kalb ile tasdik ve dil ile ikrardır" cümlesini
ezberletti. (..) Bazı eserlerde iman; "kalb ile tasdik, dille ikrar ve azalarla
amel" şekline tarif edilmektedir. Bu tarif, daha uygun değil midir? (..) İman
ile amel arasındaki münasebeti araştırırken, bazı tereddütlerim oldu. Mesela:
Sahih-i Buhari'de, Hz. Ebu Zer'den rivayet edilen: "La ilahe illallah diyen
cennete girer. Zina etsede, şarab içse de, hırsızlık yapsa da..." hadisi ile,
Sahih-i Müslim'de Hz. Cabir'den rivayet edilen, "namazı terkedenin kafir
olacağına" dair hadis arasındaki çelişki, dikkatimi çekti...(..) İmanın
rükünleri ile amel arasında ne gibi münasebet vardır? Amellerin edasında ve
kabulünde ölçü nedir? Günahların büyük veya küçük olarak tasnifi, ictihadi bir
hadise midir? diyorsunuz.
CEVAP: Önce bir hususa işaret edelim. Müctehid olmayan bir mükellefin, muhtelif hadisler arasında, herhangi bir tercihte bulunması mümkün değildir. Şükrün karşılığı olan küfür (küfran-ı nimet) ile imanın zıddı olan küfür, mahiyet itibariyle birbirinden farklıdır. Bu girişten sonra meseleye geçebiliriz. İmam Ebu Hanife (rh.a)'ye göre imanın asli rüknü kalben tasdiktir. (1)
Zira dil ile ikrar ettikleri halde; kalben tasdik etmeyen münafıklar, ahiret ahkamı açısından kafir hükmündedirler. Kur'an-ı Kerim'de: "İnsanlardan öyle kimseler vardır ki, kendileri iman etmiş olmadıkları halde "Allah'a ve ahiret gününe inandık" derler. Halbuki onlar inanıcı (insan)lar değildirler"(2) hükmü beyan buyurulmuştur. İmanı sadece "dil ile ikrar" kabul eden mürcie fırkası, münafıkların durumunu dikkate almayarak, hata etmiştir. Kalben tasdik eden bir kimsenin, bunu dil ile ikrar etmesi, dünya ahkamı açısından zaruridir. Dolayısıyle "iman rüknü, kalb ile tasdik ve dil ile ikrardır" şeklindeki tarif doğrudur. Bahsettiğiniz (...) isimli eserde, Harici itikadına mensup kimselerin eserlerinden alıntılar yapılmıştır. Hariciler ameli imanın bir cüzü kabul ettikleri için; emirü'l mü'minin Hz. Ali (ra)'yi (hakemin hükmüne razı olmasını bahane ederek) tekfir etmişlerdir. (3)
Bu iddialarını; "Hüküm vermek sadece Allah'a mahsustur" ayetini, hevalarına göre tefsir ederek isbata çalıştıkları malumdur. Şimdi "İman ile amel arasında ne gibi ilişki vardır?" sualinize cevap vermeye gayret edelim. Her ibadetin, zahiri ve batini şartları vardır. Fukaha "Allahu Teala (cc)'nın rızasını kazanmak niyetiyle (ihlasla) ve şer'i şerife uygun olarak yapılan fiillere ibadet denilir" tarifinde ittifak etmiştir. Elbette iman ile ibadet arasında, önemli bir münasebet vardır.
Bir kimse; sahih bir itikada sahip olmadığı müddetçe, hiçbir ameli makbul değildir. Amellerin edası ve kabulü meselesine gelince: Sahabeden Hz. Abdullah b. Ömer (ra): Biz önceleri bütün amellerin ve iyiliklerinin mutlaka kabul olunacağını zannediyorduk. Daha sonra "Ey iman edenler, Allah'a itaat edin. Peygamber'e itaat edin. Amellerinizi iptal etmeyin" ayeti nazil olunca, "acaba amellerimizi iptal eden günahlar hangileridir?" suali zihinlerimize takıldı. Kendi kendimize bunların büyük günahlar olduğunu düşünmeye başlamıştık!..
Bir kimsenin büyük bir günah işlediğini görünce, "Eyvah helak oldu." diye hayıflanıyorduk!.. Nihayet "Şüphesiz ki Allah kendisine eş tanınmasını (şirk koşulmasını) affetmez. Ondan başkasını, dileyeceği kimseler için bağışlar" ayeti nazil olduktan sonra, kimse hakkında bir şey konuşmaz olduk" diyerek, bir inceliğe işaret etmiştir. Her mü'min, emredilen amelleri eda etmekle mükelleftir. Kabulü sadece Allahu Teala (cc)'ya mahsustur. Kat'i nass ile sabit olan husus; günah işleyen Müslümanlara, tevbenin emredilmiş olduğudur. İmam-ı Maturidi (rh.a): "Günah işleyenler; helal kabul etmedikleri müddetçe, günahları sebebiyle imandan çıkmazlar.
Çünkü haber-i mütevatirle sabit olan husus, büyük günahların tevbe ile bağışlanma ihtimalinin bulunduğudur. Büyüğü bağışlanınca, küçüğünün bağışlanma ihtimalı daha evladır"(4) diyerek, bir inceliğe işaret etmiştir. Eğer günah işleyenler imandan çıkmış olsalardı, onlara "tevbe etmeleri" değil, "tecdid-i iman etmeleri" emrolunurdu. Bilindiği gibi hadd cezaları, büyük günah işleyen Müslümanlara tatbik edilir.
Resul-i Ekrem (sav)'in evli olduğu halde zina eden Hz. Maiz (ra)'e recm cezasını tatbik etmiş ve aleyhinde konuşanları ikaz buyurduktan sonra: "Yemin ederim ki cezasını çeken o suçlu kişi, şimdi cennetin nehirlerinde yüzmektedir"(5) diyerek, amelin imandan bir cüz olmadığına işaret buyurmuştur. Günahların büyük ve küçük şeklindeki tasnifi; hem nass, hem istinbat ile sabittir.
Nitekim bir Kur'an-ı Kerim'de: "Eğer yasak edildiğiniz büyük (günah)lardan kaçınırsanız, sizin (diğer) kabahatlerinizi örteriz"(6) hükmü beyan buyurulmuştur. Bu ayet-i kerime'de büyük günah "kebair", kabahatler ise "seyyie" olarak anılmıştır. Hz. Osman (ra)'nın şehadetinden sonra; bazı gruplar "Büyük günah işleyen kimselere Müslüman diyemeyiz" iddiasını ortaya atmışlar ve ehl-i sünnet ve'l cemaatin yolundan ayrılmışlardır. Meselenin özü budur. Allahu Teala (cc) cümlemizi hakka tabi olan ve hakikat ile amel eden salih kullarından eylesin. Birbirimize dua edelim.
(1) İmam-ı Azam Ebu Hanife-El Alim ve'l Müteallim-Kahire: 1368 Sh: 57.
(2) El Bakara Suresi: 8.
(3) İbn-i Abidin-Reddü'l Muhtar-İst.: 1983 C: 9 Sh: 95-96.
(4) İmam-ı Maturidi-Kitabu't Tevhid-Beyrut: 1970 Sh: 329.
(5) Sünen-i Ebu Davud-İst.: 1401 C: 4 Sh: 580-581 Had. N0: 4428.
(6) En Nisa Suresi: 31
CEVAP: Önce bir hususa işaret edelim. Müctehid olmayan bir mükellefin, muhtelif hadisler arasında, herhangi bir tercihte bulunması mümkün değildir. Şükrün karşılığı olan küfür (küfran-ı nimet) ile imanın zıddı olan küfür, mahiyet itibariyle birbirinden farklıdır. Bu girişten sonra meseleye geçebiliriz. İmam Ebu Hanife (rh.a)'ye göre imanın asli rüknü kalben tasdiktir. (1)
Zira dil ile ikrar ettikleri halde; kalben tasdik etmeyen münafıklar, ahiret ahkamı açısından kafir hükmündedirler. Kur'an-ı Kerim'de: "İnsanlardan öyle kimseler vardır ki, kendileri iman etmiş olmadıkları halde "Allah'a ve ahiret gününe inandık" derler. Halbuki onlar inanıcı (insan)lar değildirler"(2) hükmü beyan buyurulmuştur. İmanı sadece "dil ile ikrar" kabul eden mürcie fırkası, münafıkların durumunu dikkate almayarak, hata etmiştir. Kalben tasdik eden bir kimsenin, bunu dil ile ikrar etmesi, dünya ahkamı açısından zaruridir. Dolayısıyle "iman rüknü, kalb ile tasdik ve dil ile ikrardır" şeklindeki tarif doğrudur. Bahsettiğiniz (...) isimli eserde, Harici itikadına mensup kimselerin eserlerinden alıntılar yapılmıştır. Hariciler ameli imanın bir cüzü kabul ettikleri için; emirü'l mü'minin Hz. Ali (ra)'yi (hakemin hükmüne razı olmasını bahane ederek) tekfir etmişlerdir. (3)
Bu iddialarını; "Hüküm vermek sadece Allah'a mahsustur" ayetini, hevalarına göre tefsir ederek isbata çalıştıkları malumdur. Şimdi "İman ile amel arasında ne gibi ilişki vardır?" sualinize cevap vermeye gayret edelim. Her ibadetin, zahiri ve batini şartları vardır. Fukaha "Allahu Teala (cc)'nın rızasını kazanmak niyetiyle (ihlasla) ve şer'i şerife uygun olarak yapılan fiillere ibadet denilir" tarifinde ittifak etmiştir. Elbette iman ile ibadet arasında, önemli bir münasebet vardır.
Bir kimse; sahih bir itikada sahip olmadığı müddetçe, hiçbir ameli makbul değildir. Amellerin edası ve kabulü meselesine gelince: Sahabeden Hz. Abdullah b. Ömer (ra): Biz önceleri bütün amellerin ve iyiliklerinin mutlaka kabul olunacağını zannediyorduk. Daha sonra "Ey iman edenler, Allah'a itaat edin. Peygamber'e itaat edin. Amellerinizi iptal etmeyin" ayeti nazil olunca, "acaba amellerimizi iptal eden günahlar hangileridir?" suali zihinlerimize takıldı. Kendi kendimize bunların büyük günahlar olduğunu düşünmeye başlamıştık!..
Bir kimsenin büyük bir günah işlediğini görünce, "Eyvah helak oldu." diye hayıflanıyorduk!.. Nihayet "Şüphesiz ki Allah kendisine eş tanınmasını (şirk koşulmasını) affetmez. Ondan başkasını, dileyeceği kimseler için bağışlar" ayeti nazil olduktan sonra, kimse hakkında bir şey konuşmaz olduk" diyerek, bir inceliğe işaret etmiştir. Her mü'min, emredilen amelleri eda etmekle mükelleftir. Kabulü sadece Allahu Teala (cc)'ya mahsustur. Kat'i nass ile sabit olan husus; günah işleyen Müslümanlara, tevbenin emredilmiş olduğudur. İmam-ı Maturidi (rh.a): "Günah işleyenler; helal kabul etmedikleri müddetçe, günahları sebebiyle imandan çıkmazlar.
Çünkü haber-i mütevatirle sabit olan husus, büyük günahların tevbe ile bağışlanma ihtimalinin bulunduğudur. Büyüğü bağışlanınca, küçüğünün bağışlanma ihtimalı daha evladır"(4) diyerek, bir inceliğe işaret etmiştir. Eğer günah işleyenler imandan çıkmış olsalardı, onlara "tevbe etmeleri" değil, "tecdid-i iman etmeleri" emrolunurdu. Bilindiği gibi hadd cezaları, büyük günah işleyen Müslümanlara tatbik edilir.
Resul-i Ekrem (sav)'in evli olduğu halde zina eden Hz. Maiz (ra)'e recm cezasını tatbik etmiş ve aleyhinde konuşanları ikaz buyurduktan sonra: "Yemin ederim ki cezasını çeken o suçlu kişi, şimdi cennetin nehirlerinde yüzmektedir"(5) diyerek, amelin imandan bir cüz olmadığına işaret buyurmuştur. Günahların büyük ve küçük şeklindeki tasnifi; hem nass, hem istinbat ile sabittir.
Nitekim bir Kur'an-ı Kerim'de: "Eğer yasak edildiğiniz büyük (günah)lardan kaçınırsanız, sizin (diğer) kabahatlerinizi örteriz"(6) hükmü beyan buyurulmuştur. Bu ayet-i kerime'de büyük günah "kebair", kabahatler ise "seyyie" olarak anılmıştır. Hz. Osman (ra)'nın şehadetinden sonra; bazı gruplar "Büyük günah işleyen kimselere Müslüman diyemeyiz" iddiasını ortaya atmışlar ve ehl-i sünnet ve'l cemaatin yolundan ayrılmışlardır. Meselenin özü budur. Allahu Teala (cc) cümlemizi hakka tabi olan ve hakikat ile amel eden salih kullarından eylesin. Birbirimize dua edelim.
(1) İmam-ı Azam Ebu Hanife-El Alim ve'l Müteallim-Kahire: 1368 Sh: 57.
(2) El Bakara Suresi: 8.
(3) İbn-i Abidin-Reddü'l Muhtar-İst.: 1983 C: 9 Sh: 95-96.
(4) İmam-ı Maturidi-Kitabu't Tevhid-Beyrut: 1970 Sh: 329.
(5) Sünen-i Ebu Davud-İst.: 1401 C: 4 Sh: 580-581 Had. N0: 4428.
(6) En Nisa Suresi: 31
Râbiatü’l-Adeviyye
Tâbiînden olup Süfyân-ı Sevrî (k.s.) ve Hasan-ı Basrî Hazretleri ile aynı asırda yaşamış büyük bir veliyye hanımdır.
Gönlü aşk-ı ilâhî ile dopdoluydu. Gözü devamlı yaşlıydı:
"Bizim istiğfârımız yeni bir istiğfâra muhtaçtır." derdi.
Geceleri kâim (huzûr-i ilâhîde ibâdet hâlinde), gündüzleri sâim (oruçlu) idi.
Birgün ona:
"Kul, ne zaman rızâ makâmına ulaşmış olur?" diye sordular.
O da:
"Başa gelecek musîbetler, kişiyi ni’metler gibi sevindirecek olursa..." şeklinde cevap verdi.
O’nun en meşhûr bir duâsı da şudur:
"Yâ Rabbî!
Sana cennetin için ibâdet ediyorsam, beni cennetine koyma!. Eğer sana cehenneminden korktuğum için ibâdet ediyorsam, beni cehenneminden çıkarma!.. Eğer sana senin rızân için ibâdet ediyorsam, beni cemâlini seyretmekten mahrûm etme!.."
Cenâb-ı Hakk’dan; bu mübârek vâlidemizin duâsı hürmetine bizleri de cemâliyle müşerref kılmasını niyâz ederiz.
Gönlü aşk-ı ilâhî ile dopdoluydu. Gözü devamlı yaşlıydı:
"Bizim istiğfârımız yeni bir istiğfâra muhtaçtır." derdi.
Geceleri kâim (huzûr-i ilâhîde ibâdet hâlinde), gündüzleri sâim (oruçlu) idi.
Birgün ona:
"Kul, ne zaman rızâ makâmına ulaşmış olur?" diye sordular.
O da:
"Başa gelecek musîbetler, kişiyi ni’metler gibi sevindirecek olursa..." şeklinde cevap verdi.
O’nun en meşhûr bir duâsı da şudur:
"Yâ Rabbî!
Sana cennetin için ibâdet ediyorsam, beni cennetine koyma!. Eğer sana cehenneminden korktuğum için ibâdet ediyorsam, beni cehenneminden çıkarma!.. Eğer sana senin rızân için ibâdet ediyorsam, beni cemâlini seyretmekten mahrûm etme!.."
Cenâb-ı Hakk’dan; bu mübârek vâlidemizin duâsı hürmetine bizleri de cemâliyle müşerref kılmasını niyâz ederiz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)