26 Ekim 2017 Perşembe

BERR

Kullarına karşı iyiliği çok olan
"Şüphesiz, biz bundan önce O'na dua (kulluk) ederdik. Gerçekten O, iyiliği bol, esirgemesi çok olanın ta kendisidir." (Tur Suresi, 28)

Allah insanı yaratmış ve onu yaşaması için her yönden elverişli olan bir mekana yerleştirmiştir. Bu mekanda var olan herşeyi de insan için özel yaratmış ve onun hizmetine vermiştir. Nahl Suresi 4-16. ayetler arasında Allah insanlara sunduğu nimetlerin bir kısmını şöyle sıralamıştır:

"İnsanı bir damla sudan yarattı, buna rağmen o, apaçık bir düşmandır. Ve hayvanları da yarattı; sizin için onlarda ısınma ve yararlar vardır ve onlardan yemektesiniz. Akşamları getirir, sabahları götürürken onlarda sizin için bir güzellik vardır. Kendisine ulaşmadan canlarınızın yarısının telef olacağı şehirlere onlar, ağırlıklarınızı taşımaktadırlar. Şüphesiz sizin Rabbiniz şefkatli ve merhametlidir. Onlara binmeniz ve süs için atları, katırları ve merkebleri (yarattı). Ve daha sizlerin bilmediğiniz neleri yaratmaktadır? Yolu doğrultmak Allah'a aittir, kimi (yollar) ise eğridir. Eğer o dileseydi, sizin tümünüzü elbette hidayete erdirirdi. Sizin için gökten su indiren O'dur; içecek ondan, ağaç ondandır (ki) hayvanlarınızı onda otlatmaktasınız. Onunla sizin için ekin, zeytin, hurmalıklar, üzümler ve meyvelerin her türlüsünden bitirir. Şüphesiz bunda, düşünebilen bir topluluk için ayetler vardır. Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin emrinize verdi; yıldızlar da O'nun emriyle emre hazır kılınmıştır. Şüphesiz bunda, aklını kullanabilen bir topluluk için ayetler vardır. Yerde sizin için üretip-türettiği çeşitli renklerdekileri de (faydanıza verdi). Şüphesiz bunda, öğüt alıp düşünen bir topluluk için ayetler vardır. Denizi de sizin emrinize veren O'dur, ondan taze et yemektesiniz ve giyiminizde ondan süs-eşyaları çıkarmaktasınız. Gemilerin onda (suları) yara yara akıp gittiğini görüyorsun. (Bütün bunlar) O'nun fazlından aramanız ve şükretmeniz içindir. Sizi sarsıntıya uğratır diye yerde sarsılmaz dağlar bıraktı, ırmaklar ve yollar da (kıldı). Umulur ki doğru yolu bulursunuz. Ve (başka) işaretler de (yarattı); onlar yıldız(lar)la da doğru yolu bulabilirler". (Nahl Suresi, 4-16)

Kuşkusuz yukarıda sayılanların tek bir tanesi bile insanın kendi imkanlarıyla elde edebileceği, oluşturabileceği, sahip olabileceği şeyler değildir. Bunların tümü Allah’ın insana nimet olarak sunduğu güzelliklerdir. Yukarıda arka arkaya sıralanan nimetler Allah'ın kullarına karşı 'iyiliğinin çok' olduğunun apaçık delilleridir.

Peki bunca iyilik karşısında insana düşen nedir?

Allah yukarıdaki ayetlerin devamında kullarına verdiği nimetlerin karşılığında istediğinin yalnızca öğüt alıp düşünmeleri ve Allah'a kulluk etmeleri olduğunu da bildirmiştir:

"Yaratan, hiç yaratmayan gibi midir? Artık öğüt alıp-düşünmez misiniz? Eğer Allah'ın nimetini saymaya kalkışacak olursanız, onu bir genelleme yaparak bile sayamazsınız. Gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir". (Nahl Suresi, 17-18)

BEDİ

Örneksiz olarak yaratan

"Gökleri ve yeri (bir örnek edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca "OL" der, o da hemen oluverir". (Bakara Suresi, 117)

Ne kadar yetenekli, ne kadar zeki olursa olsun bir insanın keşfedebileceği bir yenilik, düşünebileceği farklı bir fikir ancak o güne kadar öğrendikleri ve çevresinde gördükleriyle sınırlıdır. İnsan yeryüzüne beş duyu ile gelmiştir ve bu duyuların dışında altıncı bir duyuyu tahayyül etmesi bile mümkün değildir. 

Üstelik sahip olduğu duyuları da ancak kısıtlı olarak kullanabilmektedir. Örneğin belirli bir renk tayfını görebilmekte, belirli frekanslardaki sesleri duyabilmektedir. Dolayısıyla yeryüzünde var olmayan bir şeyi düşünmesi, keşfedebilmesi, akledebilmesi asla mümkün değildir.

Nitekim bugün bilimsel keşiflerin bir kısmını incelediğimizde, insanların pek çok konuda doğada gördükleri canlıları ve bunların arasındaki kusursuz sistemleri, kendilerine örnek aldıklarını görürüz. Örneğin; yunusların burun çıkıntısı, modern büyük gemilerin pruvasına model olmuştur. Radarların çalışma prensibi yarasaların ses dalgaları yayarak çalışan algılama sistemi ile aynıdır. Bunlar gibi daha pek çok örnek de verilebilir. (Bakınız Harun Yahya, Düşünen İnsanlar İçin ,İstanbul: Vural Yayıncılık)

Oysa Allah'ın ilmi sınırsızdır. İnsanın çevresinde görebildiği ve göremediği herşeyi Allah örneksiz olarak yaratmıştır. Kainatın, galaksilerin, gezegenlerin, canlıların, hatta tek bir hücrenin olmadığı bir zamanda Allah dilemiş ve 'OL' demesiyle, atomlardan, moleküllerden, hücrelerden, canlılardan, gezegenlerden, yıldızlardan, galaksilerden oluşan kusursuz bir sistem oluşturmuştur. İnsanların binlerce sene sonra keşfedebildikleri mikro dünyadan ancak 20. yüzyılda haberdar olunan gök cisimlerine kadar herşey Allah'ın tasarladığı sistemlerdir ve O'nun belirlediği kanunlara tabidir. O hiçbir örnek yokken evreni ve içindeki her ayrıntıyı meydana getirmiştir.

De ki: "Rabbim adaletle davranmayı emretti. Her mescid yanında (secde yerinde) yüzlerinizi (O'na) doğrultun ve dini yalnız kendisine has kılarak O'na dua edin. "Başlangıçta sizi yarattığı" gibi döneceksiniz." (Araf Suresi, 29)

"Gökleri ve yeri bir örnek edinmeksizin yaratandır. O'nun nasıl bir çocuğu olabilir? O'nun bir eşi (zevcesi) yoktur. O, herşeyi yaratmıştır. O, herşeyi bilendir". (En'am Suresi, 101)

BATIN

Gizli

"O, Evveldir, Ahirdir, Zahirdir, Batındır. O, herşeyi bilendir". (Hadid, 3)

Bulunduğunuz odada şöyle bir çevrenize bakın. Gözlerinizle görebildiğiniz herşeyin 'yapılmış' olduğunu görürsünüz. Kapı, masanın üzerindeki teyp, duvara asılmış resim, pencere... Tüm bunların birileri tarafından üretildiğine eminsinizdir. Şimdi de pencereden dışarı bir bakın. 

Gördüğünüz manzara da muhtemelen deniz, ağaçlar, güneş, gökyüzü, uçan kuşlar, belki bir ada veya bunlara benzer detaylar olacaktır. Eğer gece ise gökyüzünde asılı duran yıldızları ve ayı da seyredebilirsiniz. Peki oturduğunuz odadaki eşyaların yapılmış olduğuna emin olduğunuza göre, dışarıda gördüğünüz şeylerin de yapıldığı kesin değil midir?

Elbette kesindir. Eğer bir duvardaki resmin tesadüfen oluşup oraya geldiğini iddia edemiyorsanız, güneşin, yıldızların ve ayın da tesadüfen oluşup gökyüzündeki yerlerini aldığını iddia edemezsiniz. Yerde ve gökte gördüğünüz herşeyin bir tasarlayıcısı, üreticisi, yaratıcısı vardır. Ve herşeyin üstün bir sanatla var eden Yaratıcı, yarattığı şeylerle kendini bize tanıtmaktadır.

Pencereden dışarı baktığınızda O'nu göremezsiniz, çünkü O'nun varlığı, gücü ve sanatı yarattığı şeylerle apaçık görünmesine rağmen, Zatı gizlidir.

İşte Allah'ın yukarıdaki ayette bildirilen Batın sıfatının anlamı budur. O'nun varlığı ve hakimiyeti kainattaki her noktada apaçık görülür ancak insan O'nun Zatını göremez. Çünkü Allah'ın kendi zatını bildiği ve gördüğü gibi yarattıklarının O'nu algılama kabiliyeti yoktur. O'nu (Allah'ın dilemesi dışında) kimse göremez ama O, heryeri sarıp kuşatmıştır. 

Aşağıdaki ayetle bildirildiği gibi:

"Gözler O'nu idrak edemez; O ise bütün gözleri idrak eder. O, latif olandır, haberdar olandır". (Enam Suresi, 103)

BASİT

Açan, genişleten, bollaştıran

"Allah'a karşılığını çok arttırma ile kat kat arttıracağı güzel bir borcu verecek olan kimdir? Allah, daraltır ve genişletir ve siz O'na döndürüleceksiniz". (Bakara Suresi, 245)

Allah, kendisine iman eden, kalpten itaat eden kişilere dünyada maddi ve manevi bolluk, genişlik verir. Onların önündeki zorlukları açarak her işlerinde müminlerin yakın dostu olduğunu gösterir. Allah'ın samimi kulları karşılaştıkları her türlü zorlukta, sıkıntıda ve hastalıkta yalnızca  Allah'a sığınırlar ve O'nu vekil edinirler. Bunun karşılığında da Allah inkar edenlerin işlerini zorlaştırırken, müminlerin işlerini kolaylaştırır.

Bu konuda Kuran'da verilmiş pek çok örnek vardır. Örneğin Hz. Musa ve ona tabi olan İsrailoğulları, Firavun'un zulmü nedeniyle yurtlarından çıkmak zorunda kalmışlardır. Ancak Firavun peşlerini bırakmamış ve yakalamak için ordusuyla beraber onları takip etmiştir. Bu kaçış esnasında Firavun'un ordusu ile deniz arasında kalan İsrailoğulları 'gerçekten yakalandıklarını' sanmışlardır. Fakat Allah Hz. Musa'nın duasına icabet etmiş, bir mucize göstererek denizi yarmış ve İsrailoğullarını Firavun'un zulmünden kurtarmıştır. Üstelik bunun ardından Firavun'u ve ordusunu yok etmiş, onların çıktıkları yerlere İsrailoğullarını mirasçı kılmıştır. 

Böylece Allah'ın, Kuran'da bildirilen 
"Allah yolunda hicret eden, yeryüzünde barınacak çok yer de bulur, genişlik (ve bolluk) da  Allah'a ve Resûlü'ne hicret etmek üzere evinden çıkan, sonra kendisine ölüm gelen kişinin ecri şüphesiz Allah'a düşmüştür. Allah, bağışlayıcıdır, esirgeyicidir." (Nisa Suresi, 100) ayeti de tecelli etmiştir.

Kuşkusuz Allah'ın vaadi tüm inanan kulları için, her dönemde geçerli olmuştur ve olacaktır.

"Şüphesiz senin Rabbin, rızkı dilediğine -genişletir- yayar ve daraltır. Gerçekten O, kullarından haberi olandır, görendir". (İsra Suresi, 30)

BASİR

İyi gören

"Onlar, üstlerinde dizi dizi kanat açıp kapayarak uçan kuşları görmüyorlar mı? Onları Rahman (olan Allah')tan başkası (boşlukta) tutmuyor. Şüphesiz O, herşeyi hakkıyla görendir". (Mülk Suresi, 19)

İnsanın görme kapasitesi kuşkusuz çok sınırlıdır. Çıplak gözle görebileceği mesafe en fazla birkaç kilometre ötesidir. Üstelik bu da ancak açık bir havada, yüksek bir yerden bakıyorsa mümkün olur. Ancak şartlar ne kadar uygun olsa da görebildiği en uzak yer onun için hayal meyal farkedilebilen, puslu bir görüntüden başkası değildir.

İnsan belki de sınırlı yeteneği sebebiyle kendisini de hiç kimsenin göremeyeceğini zanneder. Gizli bir iş yaparken, saklanırken, etrafında hiç insan yoksa, kimse tarafından görülmediğinden emindir. Bu tarz ortamlarda insanlar istedikleri herşeyi yapabileceklerini, hiç kimseye karşı sorumlu tutulamayacaklarını, yaptıkları hataların asla karşılarına çıkmayacağını sanırlar.
Oysa bu bir yanılgıdır. Çünkü insanın unuttuğu çok önemli bir gerçek vardır: Allah her an herşeyi tüm detaylarıyla görendir.

İnsan gözleriyle ancak belli bir alanı görebilirken, Allah o kişinin bulunduğu odayı, onun dışında diğer odaları, o evin tamamını, o evin içinde bulunduğu şehri, onun da içinde bulunduğu ülkeyi, onları içine alan kıtayı, bütün bunların tamamını kapsayan dünyayı, tüm gezegenleri, uzayı ve onun da ötesindeki boyutları aynı anda görmektedir.

"Senin içinde olduğun herhangi bir durum, onun hakkında Kur'an'dan okuduğun herhangi bir şey ve sizin işlediğiniz herhangi bir iş yoktur ki, ona (iyice) daldığınızda, biz sizin üzerinizde şahidler durmuş olmayalım. Yerde ve gökte zerre ağırlığınca hiçbir şey Rabbinden uzakta (saklı) kalmaz. Bunun daha küçüğü de, daha büyüğü de yoktur ki, apaçık bir kitapta (kayıtlı) olmasın". (Yunus Suresi, 61)

"Namazı dosdoğru kılın, zekatı verin; önceden kendiniz için hayır olarak neyi takdim ederseniz, onu Allah katında bulacaksınız. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızı görendir". (Bakara Suresi, 110)

"Allah katında onlar derece derecedir. Allah yaptıklarını görendir". (Al-i İmran Suresi, 163)

"Bizim ayetlerimiz konusunda çarpıtma yapanlar, Bize gizli kalmazlar. Öyleyse ateşin içine bırakılan mı daha hayırlıdır yoksa kıyamet günü güvenle gelen mi? Siz dilediğinizi yapın. Çünkü O yaptıklarınızı gerçekten görendir". (Fussilet Suresi, 40)

BARİ

Yaratan, kusursuzca var eden

"O Allah ki, yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir, 'şekil ve suret' verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O'nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hakimdir". (Haşr Suresi, 24)

Yaşadığımız evren ile ilgili herşeyde bir denge ve ahenge rastlarız. Özellikle bilim alanında yeni gelişmeler kaydedilip bugüne kadar bilinmeyen pek çok detay ortaya çıktıkça, bu denge ve aheng daha da netleşmektedir. 

Görünen odur ki, kainat üzerinde var olan her sistem üstün bir Aklın tasarımıdır. Bu üstün aklın sahibi, herşeyi hayranlık uyandırıcı bir düzen içinde var etmiştir. Kainattaki her cisim, yeryüzünde yaşayan milyarlarca canlı müthiş bir ahenk içinde varlıklarını sürdürürler. Doğadaki düzen hiçbir şekilde bozulmaz ve milyonlarca yıldır son derece istikrarlı bir şekilde devam eder.

Yalnızca dünya üzerindeki yaşamı incelediğimizde bile hayranlık uyandırıcı pek çok detayla karşılaşırız. Etrafımız, farkında olduğumuz veya olmadığımız, sayısız yaratılış delili ile doludur. 

Örneğin, havadaki gazların karışımı tüm canlıların yaşamlarını sürdürebilmesi için en elverişli şekilde oranlanmıştır. İnsanlar ve hayvanlar yaşayabilmek için oksijen alır ve karbondioksit verirler. Ancak bu işlem sürekli devam ettiği halde havadaki oksijen miktarı azalıp, karbondioksit miktarı artarak mevcut dengeyi bozmaz. 

 Çünkü bu noktada çok ince bir düzen var edilmiştir; insanların ve hayvanların tersine bitkiler, yaşamlarını sürdürürken karbondioksit alır ve oksijen verirler. Dolayısıyla insanların ve hayvanların tükettiği oksijen, bitkiler vasıtasıyla tekrar üretilir ve dünyadaki dengeyi korur.

Kuşkusuz bu örnek dünya üzerinde görebileceğimiz yaratılış delillerinden yalnızca bir tanesidir. Gerek mikro gerekse makro alem incelendiğinde bunun gibi sayısız örnekle karşılaşmak mümkündür. Eğer kainat ve dolayısıyla dünya üzerindeki canlılık varlığını sürdürebiliyorsa, bu, üstün akıl sahibi olan Yaratıcı'nın 'herşeyi birbirine uygun olarak yaratması' ile mümkün olmaktadır.

Hani Musa, kavmine: "Ey kavmim, gerçekten siz, buzağıyı (tanrı) edinmekle kendinize zulmettiniz. Hemen, kusursuzca yaratan (gerçek ilah)ınıza tevbe edip nefislerinizi öldürün: bu, yaratıcınız katında sizin için daha hayırlıdır" demişti. Bunun üzerine (Allah) tevbelerinizi kabul etti. Şüphesiz O tevbeleri kabul edendir, esirgeyendir. (Bakara Suresi, 54)

BAKİ

Devam eden, fani olmayan

"(Yer) Üzerindeki herşey yok olucudur; Celal ve ikram sahibi olan Rabbinin yüzü (kendisi) baki kalacaktır". (Rahman Suresi, 26-27)

Kainat içinde bulunan tüm varlıkların bir sonu vardır. Bir insan doğar, yaşar ve dünyada sürdürdüğü sınırlı ömür sonucunda ölür. Bu son, bütün insanlar için kaçınılmazdır. İnsanlar gibi bitkiler ve hayvanlar aleminin de yok oluşu kaçınılmazdır. Onlar da doğduktan bir süre sonra birer birer ölürler. Örneğin bir ağaç yeryüzünde yüzlerce sene yaşayabilir. Fakat en nihayetinde ölmeye mahkumdur. Canlı olan herşey hayatını tüketip toprağın altına girecek ve yok olacaktır.

Aynı şekilde cansız varlıkların da bir sonu vardır. Zaman, tümü üzerinde yıpratıcı etkisini gösterir. Örneğin, binlerce yıl önce ihtişam içinde yaşamış kavimlerden bugün yalnızca yıkıntıların geriye kaldığını görürüz. 

Allah "(Halkı) Zulmediyorken yıkıma uğrattığımız nice ülkeler vardır ki, şimdi onların altları üstlerine gelmiş ıpıssız durmakta, kullanılamaz durumdaki kuyuları (terkedilmiş bulunmakta), yüksek sarayları (çın çın ötmektedir)." (Hac Suresi, 45) 

ayetiyle bu gerçeğe dikkat çekmiştir. İşte tüm cansız varlıkların sonu da bu şekildedir.

İçinde yaşayan varlıkların bir sonu olduğu gibi kainatın da bir sonu vardır. Kainattaki tüm gökcisimleri, yıldızlar, güneşler bir gün enerjilerini tüketip yok olacaklardır. Veya Allah dilediği başka bir sebeple tüm kainatı yok edecek, kıyamet günü ile ilgili vaadini gerçekleştirecektir.

Görüldüğü gibi herşey sonludur; kainat da, yaratılmış tüm varlıklar da...
Allah ise yaratandır. Ve sonsuzluk yalnızca kendisine aittir.

O, insanlara Kuran'da şöyle seslenmektedir:

"Size verilen herşey, yalnızca dünya hayatının metaı ve süsüdür. Allah katında olan ise, daha hayırlı ve daha süreklidir. Yine de, akıllanmayacak mısınız?" (Kasas Suresi, 60)

ASİM

Koruyan

(Oğlu) Dedi ki: "Ben bir dağa sığınacağım, o beni sudan korur." Dedi ki: "Bugün Allah'ın emrinden, esirgeyen olan (Allah)dan başka bir koruyucu yoktur."... (Hud Suresi, 43)

İnsan acizliği sebebiyle her an, her türlü zorlukla karşılaşabilir. Örneğin, dünya her an doğal afetlerin oluşabildiği bir yerdir. Depremler, seller, kasırgalar, yanardağ patlamaları sık sık karşılaşılan olaylardır. Veya aynı şekilde kişiyi manen sıkıntıya düşürebilen de pek çok olay vardır. Ve bu olaylar karşısında unutulmaması gereken bir gerçek vardır: İnsan ne kadar uğraşırsa uğraşsın, ne kadar acizliğinden kurtulmaya çalışırsa çalışsın, Allah'ın dilemesi dışında başına gelecek herhangi bir şeyden korunamaz. İnsan için tek koruyucu Rahman olan Allah'tır. 

Kuran'da bu durum şöyle bildirilmiştir:

De ki: "Sizi karanın ve denizin karanlıklarından kim kurtarmaktadır ki, siz (açıktan ve) gizliden gizliye ona yalvararak dua etmektesiniz: "Andolsun, bizi bundan kurtarırsan, gerçekten şükredenlerden oluruz." De ki: "Ondan ve her türlü sıkıntıdan sizi Allah kurtarmaktadır. Sonra siz yine şirk koşmaktasınız." (Enam Suresi, 63-64)

İnsanlar tek başlarına kaldıklarında, ellerindeki maddi imkanların, yakınlarının onlara hiçbir şeyle yardıma güç yetiremeyeceğini anladıkları anlarda Allah'ı zikreder, O'ndan yardım dilerler. Ancak O, kendilerini kurtarınca yine nankörlük edip başlarına gelenleri unuturlar. Dünyada Allah'tan başka koruyucu bulamayacağını anlamayan, O'nun her türlü yardımına rağmen nankörlükte ayak direten kişiler, ahirette sonsuz bir azapla karşılaşarak gerçeği göreceklerdir:

"... Çekimser davrananlar ve büyüklenenler, onları acıklı bir azabla azablandıracaktır ve kendileri için Allah'tan başka bir (vekil) koruyucu dost ve yardımcı bulamayacaklardır". (Nisa Suresi, 173)

ALİYY

ALİYY
Çok yüce

"Kendisiyle Allah'ın konuşması, bir beşer için olacak (şey) değildir; ancak bir vahy ile ya da perde arkasından veya bir elçi gönderip kendi izniyle dilediğine vahyetmesi (durumu) başka. Gerçekten O, yüce olandır, hüküm ve hikmet sahibidir". (Şura Suresi, 51)

Allah Kuran'da kendisini bizlere tanıtmıştır: Tüm alemleri yaratan, kainatın tek hakimi olan Allah uludur. Göklerin, yerin ve bu ikisi arasında bulunanların yegane sahibi O'dur. O'ndan başka ilah yoktur, Allah insanların şirk koştuklarından çok yücedir. Tüm mülk O'na aittir; O, herşeye güç yetirendir. O, yüce makamların da sahibidir. O, ne bir eş edinmiştir, ne de bir çocuk; Allah alemlerden müstağnidir.

Kuşkusuz 'en güzel isimler' Allah'a ait olduğu için O'nu eksiksiz olarak tarif etmek bir insan için mümkün değildir. O'nu ancak kendisinin bize bildirdiği ile tanıyabilir, yüceliğini ancak Kuran ayetleriyle takdir edebiliriz. 

Allah, bir ayetinde kendi yüceliğini şöyle tarif etmiştir:

"Allah... O'ndan başka ilah yoktur. Diridir, kaimdir. O'nu uyuklama ve uyku tutmaz. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. İzni olmaksızın O'nun katında şefaatte bulunacak kimdir? O, önlerindekini ve arkalarındakini bilir. (Onlar ise) Dilediği kadarının dışında, O'nun ilminden hiçbirşeyi kavrayıp-kuşatamazlar. O'nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp-kuşatmıştır. Onların korunması O'na güç gelmez. O, pek yücedir, pek büyüktür". (Bakara Suresi, 255) 

ALİM

ALİM
Herşeyi çok iyi bilen
Doğu da Allah'ındır, batı da. Her nereye dönerseniz Allah'ın yüzü (kıblesi) orasıdır. Şüphesiz ki Allah, kuşatandır, bilendir. (Bakara Suresi, 115)

İnsanlar düşünebilecek bir şuura kavuştukları andan itibaren bir şeyler öğrenmeye başlarlar. Belli bir yaşa ulaştıktan sonra da öğrenim görmeye ve bu şekilde sayısız bilgiler edinmeye devam ederler. Hatta bazı insanlar belirli bir veya birkaç konu üzerinde öğrenebilecekleri herşeyi öğrenerek uzmanlaşırlar. Örneğin bir fizik mühendisi, fizik kurallarının tamamını öğrenebilir veya felsefe üzerine öğrenim görmüş bir insan, felsefi konulara tam olarak hakim olabilir. Yine yakın tarih üzerinde uzmanlaşmış bir araştırmacı, yakın tarih ile ilgili çok isabetli yorumlar yapabilir. Çünkü bu konu ile ilgili öğrenilebilecek herşeyi biliyordur.

Yukarıda saydıklarımız, 'bilmek' fiilinin insanlar için geçerli olan kısmıdır elbette. Ancak 'bilmek' fiilinin, insanların asla tasavvur edemeyeceği, güç yetiremeyeceği bir boyutu vardır: Allah'ın bilmesi...

Allah göklerin, yerin, bu ikisi arasında olan tüm canlıların, kainatta işleyen tüm kanunların, her an meydana gelen tüm olayların bilgisine sahiptir. Çünkü tümünün yaratıcısı O'dur. 

Üstelik Allah'ın 'bilmesi' sınırsızdır; O aynı anda dünya üzerinde doğan ve ölen insanların kimliklerini, yeryüzündeki her bir ağaçtan düşen yaprakların sayısını, evrendeki milyarlarca galaksi içindeki milyarlarca yıldızın her birinin özelliklerini ve burada sayfalarca saysak da asla bitiremeyeceğimiz herşeyi bilir. 

O, yeryüzünde, aynı anda uzayda meydana gelen her olayı, dünya üzerindeki milyarlarca insanın, hayvanın, bitkinin hücrelerinde kodlu olan şifreleri de bilir.

İnsanın unutmaması gereken çok önemli bir sır vardır: Allah yukarıda sayılan tüm detayların yanında insanın içini, aklından geçenleri, gizli veya açık işlediği tüm fiilleri de bilir. İnsan, içinde yaşadığı duyguların, düşüncelerin, sıkıntıların yalnızca kendi bilgisi dahilinde olduğunu zanneder; ama bu büyük bir yanılgıdır. 

Kainatın her noktasına tam olarak hakim olan Allah insanın içine ve dışına da hakimdir. 

Nitekim Allah'ın bu sonsuz bilgisi pek çok ayetle de bildirilmiştir:

Sevdiğiniz şeylerden infak edinceye kadar asla iyiliğe eremezsiniz. Her ne infak ederseniz, şüphesiz Allah onu bilir. (Al-i İmran Suresi, 92)

Görmedin mi ki, göklerde ve yerde olanlar ve dizi dizi uçan kuşlar, gerçekten Allah'ı tesbih etmektedir. Her biri, kendi duasını ve tesbihini şüphesiz bilmiştir. Allah, onların işlediklerini bilendir. (Nur Suresi, 41)

Güneş de, kendisi için (tesbit edilmiş) olan bir müstakarra doğru akıp gitmektedir. Bu, üstün ve güçlü olan, bilen (Allah)ın takdiridir. (Yasin Suresi, 38)

Haberiniz olsun; gerçekten onlar, ondan gizlenmek için göğüslerini büker (Hak'tan kaçınıp yan çizer)ler. (Yine) Haberiniz olsun; onlar, örtülerine büründükleri zaman, O, gizli tuttuklarını da, açığa vurduklarını da bilir. Çünkü O, sinelerin özünde saklı duranı bilendir. (Hud Suresi, 5)

Oysa onlar, önceden ellerinin takdim ettiklerinden dolayı onu (ölümü) hiçbir zaman kesin olarak dilemiyeceklerdir. Allah, zalimleri bilendir. (Bakara Suresi, 95)

Onları siz öldürmediniz, ama onları Allah öldürdü; attığın zaman sen atmadın, ama Allah attı. Mü'minleri kendinden güzel bir imtihanla imtihan etmek için (yaptı.) Şüphesiz Allah, işitendir, bilendir. (Enfal Suresi, 17) 

AHKAM-ÜL HAKİMİN

Hüküm verenlerin hakimi

Allah hükmedenlerin hakimi değil midir? (Tin Suresi, 8)

Her işin hükmünü veren, sonuçlandıran Allah'tır. Tüm olaylar O'nun emriyle, dilemesiyle oluşur ve gelişir. Allah'ın verdiği hükümlerde mutlaka birçok hikmet gizlidir. Fakat insanların çoğu, kendi kısıtlı akılları ile değerlendirme yapabildikleri için Allah'ın hükümlerini tam olarak kavrayamazlar. 

Oysa Allah sonsuz aklın sahibidir. Üstelik zaman ve mekandan da münezzehtir; bu kavramları yaratan ve insanların zamana ve mekana tabi olarak yaşamasını uygun görendir. İnsan hiçbir zaman bir gün sonra, hatta bir saat sonra neler yaşayacağını bilemez. 

O ise bir işe hükmettiği zaman bir gün sonra, yıllar sonra ve hatta kıyamete kadar o işin neyle sonuçlanacağına da hakimdir. Dolayısıyla verdiği hüküm her zaman en doğru, en iyi ve en hikmetli hükümdür.

Fakat iman etmeyenler bu gerçeğin farkına varamazlar. Çevrelerinde oluşan her olayın belirli sebeplere bağlı olarak, tesadüfen oluştuğunu düşünürler. Allah'ın olayların arkasında sakladığı hükümlerinin hikmetlerini değerlendiremezler. Meydana gelen her olayın Allah'ın kontrolünde olduğunu fark edemezler. 

Müminler ise Allah’ın verdiği hükümlerin hikmetlerini kavramaya çalışır ve O'nun daima en iyi hükmü verdiğinden en ufak bir şüphe duymazlar.

Sana vahyolunana uy ve Allah hükmünü verinceye kadar sabret. O, hükmedenlerin en hayırlısıdır. (Yunus Suresi, 109)

Nuh, Rabbine seslendi. Dedi ki: "Rabbim, şüphesiz benim oğlum ailemdendir ve senin va'din de doğrusu haktır. Sen hakimlerin hakimisin. (Hud Suresi, 45)

AFÜVV

Affı çok

"Bir hayrı açıklar ya da gizli tutarsanız veya bir kötülüğü bağışlarsanız, şüphesiz Allah, affedicidir, güç yetirendir". (Nisa Suresi, 149)

İnsan, yapısı gereği hata yapmaya çok müsait bir varlıktır. Her an, pek çok konuda eksik düşünebilir, yanlış bir karar verebilir, hatalı bir tavır sergileyebilir. Ancak insanı yaratan ve ondaki bu eksiklikleri bilen Allah, yapılan hataları da affedicidir. Allah'ın 'affediciliği' olmasa hiçbir insanın cennete girmesi mümkün olmazdı. Nitekim bu gerçeğe Kuran'da açıkça dikkat çekilmiştir:

"Eğer Allah, insanları zulümleri nedeniyle sorguya çekecek olsaydı, onun üstünde (yeryüzünde) canlılardan hiçbir şey bırakmazdı; ancak onları adı konulmuş bir süreye kadar ertelemektedir. Onların ecelleri gelince ne bir saat ertelenebilirler, ne de öne alınabilirler". (Nahl Suresi, 61)

Fakat unutmamak gerekir ki, Allah'ın affediciliği samimi kulları için geçerlidir. O, kendisine içten yönelip dönen insanların günahlarını affeder ve onları bağışlar. Önemli olan kişinin samimi olup, kesin bir kararlılıkla tevbe etmesidir. Yoksa tevbe edip tekrar tekrar eski hatalarına geri dönenlerin ve yaptıklarından gerçek bir pişmanlık duymayanların tevbesini kabul etmeyeceğini Allah bir ayetinde şöyle bildirmiştir:


"Allah'ın (kabulünü) üzerine aldığı tevbe, ancak cehalet nedeniyle kötülük yapanların, sonra hemencecik tevbe edenlerin(kidir). İşte Allah, böylelerinin tevbelerini kabul eder. Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibi olandır". (Nisa Suresi, 17)

AHİR

AHİR
Herşeyin yok oluşundan sonra da var olan

"O, Evveldir, Ahirdir, Zahirdir, Batındır. O, herşeyi bilendir". (Hadid Suresi, 3)
Allah kainatı yokluktan yaratmıştır ve onu en sonunda yine eski durumuna çevirecek, yok edecektir. Yok olmayacak hiçbir eşya, ölümsüz olan hiçbir canlı mevcut değildir. Dünyadaki tüm canlılar doğarlar ve ölürler, herşeyin bir ömrü, sayılı günü vardır. Oysa Allah'ın evveli, başı olmadığı gibi sonu da yoktur. Herşey yok olduktan sonra kalacak olan da O'dur.

Ömrü ve zamanı yaratan Allah maddeye ait tüm bu özelliklerden uzaktır. O, öncesi ve sonrası olmayandır. Yok olacağı kesin bir gerçek olan evren, dünya ve içinde yaşayan tüm canlılar, O'nun sonsuzluğuna ve birliğine şahittir. Sonsuzluğun sahibi, zamanın ve mekanın üstünde olan Allah'tır. Sonuçta kainat tekrar başlangıç noktasına dönecek, canlı cansız hiçbir şey kalmayacaktır. Yalnız 

Allah'ın varlığı baki kalacaktır. Allah bu gerçeği Kuran'da şöyle bildirmiştir:

"(Yer) Üzerindeki herşey yok olucudur; Celal ve ikram sahibi olan Rabbinin yüzü (kendisi) baki kalacaktır". (Rahman Suresi, 26-27)

23 Ekim 2017 Pazartesi

Alak Suresi


Okunuşu
Bismillahirrahmânirrahîm
1- Ikra' bismi rabbikelleziy halak 
2- Halekal'insane min 'alak 
3- Ikre' ve rabbükel'ekrem 
4- Elleziy 'alleme bilkalem
5- Allemel'insane ma lem ya'lem 
6- Kella innel'insane leyatğa
7- Erra a hustağna
8- İnne ila rabbikerrü'câ
9- Eraeytelleziy yenha
10- Abden iza salla
11- Eraeyte in kane 'alelhüda
12- Ev emara bittakva
13- Eraeyte in kezzebe ve tevella
14- Elem ya'lem biennallahe yera
15- Kella lein lem yentehi lenesfe'an binnasıyeh
16- Nasıyetin kezibetin hatıeh
17- Felyed'u nadiyehu.
18- Sened'uzzebaniyete.
19- Kella la tütı'hü vescüd vakterib 


Anlamı
1 - Yaratan Rabbinin adıyla oku!        
2 - O, insanı bir alekadan (embriyodan) yarattı.           
3 - Oku! Rabbin sonsuz kerem sahibidir.        
4 - O Rab ki kalemle yazmayı öğretti.
5 - İnsana bilmediği şeyleri öğretti.      
6 - Hayır! Doğrusu (kâfir) insan azgınlık eder.
7 - Kendisinin muhtaç olmadığını zannettiği için.           
8 - Muhakkak ki dönüş mutlaka Rabbinedir.   
9 - 10 - Namaz kıldığı zaman, bir kulu engelleyeni gördün mü?
11 - Gördün mü (ne dersin?), ya o (kul) doğru yolda olur,       
12 - Veya kötülüklerden sakınmayı emrederse?          
13 - Gördün mü, ya bu (adam, hakkı) yalanlar, yüzçevirirse,   
14 - O adam, Allah'ın kendini gördüğünü hiç bilmiyor mu?      
15 - 16 - Hayır, hayır! Eğer o, bu davranışından vazgeçmezse, and olsun ki biz, onu perçeminden, o günahkâr ve yalancı perçeminden tutup cehenneme sürükleriz.
17 - O zaman o taraftarlarını yardıma çağırsın.
18 - Biz de Zebanileri çağıracağız.       
19 - Sakın onu dinleme de (Rabbine) secde et ve yaklaş. 

Kervan Ticaret Yollarının Merkezi: Mekke

İki güçlü ve rakip imparatorluk, Bizans ve İran veya Sasaniler (zerdüşti), arasında, sonuçta İran'dan geçen ticari yolun kesildiği, bölge için uzun savaşlar oldu. Sonuçta, Doğu ile Akdeniz arasındaki ticaret için, kestirme olmasa da, Arabistan'dan geçen alternatif bir yol bulundu. 

Bu yolun bir bölümü denizden Yemen'deki Aden Limanına, bir bölümü de karadan, Yarımadanın Batı kıyılarını takip ederek Mekke üzerinden Şam ve Gazze'ye ulaşıyordu. Yemen ve Suriye arasında büyük bir kervan ticareti vardı ve idari merkez olan Mekke, zengin bir ticaret merkezi ve Arabistan'ın metropolü olmuştu. 

Mekke'de aynı zamanda Arabistan'ın her tarafında bilinen ve şehirde yapılan ticari panayıra alış veriş yapmaya gelenlere emniyet sağlayan kutsal bir yer olan Kabe de bulunuyordu. O zamanlar, putperestler için kutsal bir ziyaret yeri olan Kabe, bir köşesinde Hacerü'l-Esved (siyah taş)ın bulunduğu, neredeyse kübik bir şekle sahip bir binadır. 

Kabe, putperestlik inancına sahip, çok sayıda hacı çeken bir yerdi. Böylece Zemzem pınarından bir kaç adım ilerde bulunan yapı, küçük ve zengin bir tacir grubunun idaresinde olan Mekke'nin ekonomik ve ticari hayatında önemli bir rol oynamaktaydı.

18 Ekim 2017 Çarşamba

ORUÇ VE FAYDALARI

Ramazan ayında oruç tutmak İslam'ın beş şartından biridir. Oruç, niyet ederek tan yerinin ağarmasından itibaren güneş batıncaya kadar yememek, içmemek ve cinsi ilişkide bulunmamak suretiyle yerine getirilen bir ibadettir.
    Peygamberimiz oruç tutanlar için şu müjdeyi veriyor: "Kim inanarak ve mükafatını Allah'tan bekleyerek Ramazan orucunu tutarsa geçmiş günahları bağışlanır."(El-Buhari, Savm:7)
    Oruç,ancak Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için tutulur. Oruç, iyi bir irade terbiyesidir: İnsanlara iyi huylar ve ahlak güzelliği sağlar, insanı olgunlaştırır. Oruç, aynı zamanda müslümanı günah işlemekten ve cehennem ateşinden koruyan bir kalkandır. Acıma duygusunu geliştirir, sağlığımızın korunmasına yardımcıdır, nimetlerin değerini bildirir, olaylar karşısında sabırlı olmayı öğretir.
    Yüce Allah bir hadisi kudsîde "Oruç benim içindir, o'nun mükafatını da ben veririm" buyurmuştur (Müslim, Siyam;30).
    RAMAZAN ORUCU VE ORUÇ ÇEŞİTLERİ
    Ramazan orucu müslümanakıllı ve ergenlik çağına gelmiş kimselere farzdır. Ramazan orucu, kameri aylardan Ramazan ayının bazen 29, bazen 30 gün sürmesine göre 29 veya 30 gün olarak tutulur.
    Oruçlarda niyet önemlidir. Niyet kalp ile olur. Geceleyin imsaktan önce veya imsak vaktinde ertesi gün oruç tutacağını kalbinden geçiren bir müslüman o günün orucuna niyet etmiş olur. Oruç tutmak düşüncesi ile sahur yemeğine kalkan kimse de oruca , niyet etmiş sayılır. Ancak oruç tutan kimsenin hem içinden niyet etmesi, hem de dili ile "Niyet ettim Ramazan'ın yarınki orucuna" diye söylemesi daha iyi olur.
    Beş çeşit oruç vardır:
1. FARZ ORUÇ: Ramazan orucunun edası ve kazası farzdır. Keffaret oruçlarının tutulması da farzdır.
2. VACİP ORUÇ: Adak oruçları ile bozulan nafile orucun kaza edilmesi vaciptir.
3. SÜNNET ORUÇ: Kamerî aylardan Muharrem ayının 9-10 veya 10-11. günlerinde oruç tutmak sünnettir.
4. MÜSTEHAP ORUÇ: Kameri ayların 13. 14. 15. günleri ile her haftanın Pazartesi ve Perşembe günleri, Şevval ayında 6 gün oruç tutmak müstehaptır.
5. MEKRUH ORUÇ: İki türlü mekruh oruç vardır:
a) Muharrem ayının sadece 10. günü, yalnız Cuma veya Cumartesi günleri oruç tutmak, iki orucu iftar etmeksizin birbirine eklemek veya senenin tamamını oruçlu geçirmek "TENZÎHEN MEKRUH"tur.
b) Ramazan bayramının birinci günü ile Kurban Bayramının 4 günü oruç tutmak "TAHRÎMEN MEKRUH"tur.
    RAMAZAN'DA ORUÇ TUTAMAYANLAR NE YAPARLAR?
    Oruç tutmayacak kadar hasta olanlar, hastaya bakanlar, Ramazan ayında yolculuk yapanlar, gebe veya emzikli olanlar, aşırı yaşlılar ve düşkünler, aybaşı hali veya loğusalık halinde bulunan kadınlar Ramazan ayında oruç tutmazlar. Bunlardan:
a) Aybaşı hali veya loğusalık halinde olan kadınlar ile emzikli ve gebe olan kadınlar, bu özürleri sona erdikten sonra ve Ramazan ayı dışında oruçlarını kaza ederler.
b) Yolcular, yolculukları bitince oruçlarına başlarlar. Ramazan ayında tutamadıkları oruçlarını Ramazan ayından sonra tutarlar.
    ORUCA NE ZAMAN VE NASIL NİYET EDİLİR
    Orucun sahih olması için niyet etmek şarttır. Niyetsiz oruç makbul değildir.
    Ramazan orucuna, akşamdan itibaren kuşluk vaktine kadar niyet edilebilir. Şöyle ki:
    Normal olarak oruca, sahur yemeğini yedikten sonra niyet edilir. Ancak sahurda uyanamayıp yeme içme zamanının bittiği imsak vaktinden sonra kalkan bir kimse, güneş doğmuş olsa bile, kuşluk vaktine kadar o günün orucuna niyet edebilir. Yeter ki, imsak vaktinden sonra orucu bozacak bir şey yapmasın.
    Sahura kalkmak istemeyen bir kimse, akşamdan sonra yarının orucuna niyet edebilir, geceleyin kalkıp tekrar niyet etmesi gerekmez. Ramazan ayında tutulamayan orucu, başka günlerde kaza ederken niyetin geceleyin «tan yeri ağarmadan önce» yapılması gerekir. Keffaret oruçları da böyledir. Bu oruçlara imsaktan sonra niyet edilmez.
Niyet esasen kalp ile olur. Yani geceleyin, yarın oruç tutacağını kalbinden geçiren kimse niyet etmiş demektir. Oruç tutmak düşüncesi ile sahur yemeğine kalkan kimsenin bu düşüncesi de niyettir. Oruca kalp ile niyet etmek yeterlidir. Ancak kalp ile yapılan bu niyeti dil ile söylemek daha iyidir. Bu sebeple, oruç tutacak olan kimse, hem içinden niyet etmeli, hem de dili ile: "Niyet ettim Ramazan-ı şerifin yarınki orucuna" diye söylemelidir.
    ORUÇ NASIL TUTULUR
    Oruç, imsâk vaktinde başlar. Oruca niyet eden kimse bu vakitten itibaren herhangi bir şey yiyemez, içemez ve orucu bozan şeyleri yapamaz. Bu durum akşam güneş batıncaya kadar devam eder. Güneş battıktan sonra yiyip içmek sûretiyle orucunu açar. İşte niyet ederek, imsâk vaktinden akşam güneş batıncaya kadar yememek, içmemek, ve orucu bozan şeylerden sakınmakla bir günlük oruç tutulmuş olur.
    ORUCU BOZUP KAZA VE KEFFARET GEREKTİREN HALLER
    Oruçlu olduğunu bildiği halde kasden;
    1- Yemek, içmek, (ister gıda maddesi, isterse ilaç olsun)
    2- Cinsi ilişkide bulunmak.
    3- Sigara içmek
    Orucu bozar, kaza ve keffareti gerektirir.
   Kaza: Bozulan orucun yerine gününe gün oruç tutmaktır.
   Keffaret: Bozulan bir gün orucun yerine iki ay veya altmış gün peşpeşe oruç tutmaktır.
    Ramazan ayında niyet ederek oruca başlayan bir kimse özürsüz olarak bile bile yiyip içse veya cinsi ilişkide bulunsa orucu bozulur. Bozulan bu orucun gününe gün kaza edilmesi, ayrıca oruç özürsüz olarak ve bile bile bozulduğu için de keffaret tutması gerekir.
    Başlanan bir orucu bilerek bozmanın dünyadaki cezası keffarettir. Yani altmış gün birbiri ardınca oruç tutmaktır. Herhangi 
bir sebeple keffaret orucuna ara verilir veya eksik tutulursa yeniden başlayıp altmış günü kesintisiz tamamlamak lazımdır. Kadınlar keffaret orucu tutarken araya giren âdet günlerini tutmazlar, âdet halleri bitince ara vermeden temiz günlerinde oruca devam ederek altmış günü tamamlarlar.

   ORUCU BOZUP YALNIZ KAZAYI GEREKTİREN ŞEYLER 
1) Yenmesi mutad olmayan ve ilaç olarak da kulanılmayan şeyleri yutmak, (toprak, kağıt, pamuk gibi)
2) Buruna ilaç çekmek,
3) Kulağın içine yağ damlatmak,
4) Abdest esnasında ağzına ve burnuna su alırken kendi elinde olmayarak boğazına su kaçmak,
5) Ağzına aldığı renkli ipliğin boyası tükrüğe geçip, boyanan bu tükrüğü yutmak,
6) Zorla orucu bozulmak,
7) Ağız dolusu kusmak, (Kendi isteği ile)
8) Akşam vakti girmediği halde, akşam oldu zannederek iftar etmek,
9) İmsak vakti geçtiği halde, İmsak'a daha vardır zannederek yemek.
10) Kendi iradesi olmaksızın ağzına kar ve yağmur tanesi kaçan ve bunu yutmak
11) Meşru bir özür sebebiyle; makadından şırınga (iğne) yaptırmak
    ORUCU BOZMAYAN ŞEYLER
1) Oruçlu olduğunu unutarak yemek, içmek, (unutarak yiyip içerken oruçlu olduğunu hatırlarsa hemen ağzını yıkayıp oruca devam eder, oruçlu olduğunu hatırladıktan sonra boğazından aşağıya bir şey geçerse orucu bozulur.)
2) Kulağına su kaçmak,
3) Göze ilaç damlatmak,
4) Gece yıkanması gerekirken sabahleyin yıkanmak,
5) Kendi isteği olmayarak kusmak,
6) İhtilâm olmak, (yani uyurken cünüplük hali meydana gelmek)
7) Kan aldırmak,
8) Kendi isteği olmayarak boğazına toz, duman girmek,
9) Ağzındaki tükrüğü yutmak.
10) Yemeksizin herhangi bir maddenin tadını boğazında hissetmesi
11) Nohut tanesinden daha küçük olan ve dişler arasında bulunan yiyeceği yutmak.

    ORUÇLUYA MEKRUH OLAN HUSUSLAR
1- Bir şeyi dilinin ucuyla gereksiz yere tatmak
2- Lüzumsuz yere bir şey çiğnemek
3- Sakız çiğnemek
4- Kendisinden emin olmayan bir kişinin hanımını öpmesi, boynuna sarılması, kucağına alması.
5- Tükrüğü ağızda biriktirip yutmak
6- Kan aldırmak
7- Kendini zayıf düşüreceğini tahmin ettiği yorucu bir işte çalışmak.
8- Ağzına su alıp çalkalamak
    Fıtır Sadakası
    Borcundan ve aslî ihtiyaçlarından başka en az nisab miktarı malı (80.18 gr. altın) veya onun değerinde parası olan müslümanın fıtır sadakası vermesi vacipdir. Buna kısaca "Fitre" denilir. Fıtır sadakasının vacip olması için zekâtta olduğu gibi malın üzerinden bir yıl geçmesi ve artıcı nitelikte olması şart değildir.
    Fitre, Ramazan ayında fakirlere verilen bir sadakadır. Bayramdan önce verilmesi iyidir. Bayram günü veya daha sonra da verilebilir. Dini ölçülere göre zengin olan kimsenin, hem kendisinin, hem de erginlik çağına gelmemiş olan çocuklarının fitrelerini vermesi vaciptir.
Fitre Şu Dört Cins Yiyecek Maddesinden Aşağıdaki Miktarlarda Verilir:
Cinsi:                                                 Miktarı:
1– Buğday                                        1460 Gram
2– Arpa                                            2920 Gram
3– Kuru üzüm                                    2920 Gram
4– Hurma                                         2920 Gram
    Bu gıda maddelerinin kendileri verilebileceği gibi para olarak değerleri de verilir. Hangisi fakirin yararına ise onu vermek daha uygundur. Bir fitre yalnız bir fakire verilir, ikiye bölünmez. Bir fakire birden fazla fitre verilebilir. Fitre niyet edilerek verilir. Ancak bunun fitre olduğunu fakire söylemek gerekmez. İçinden niyet etmesi yeterlidir.
    Zekât hangi fakirlere verilirse fitre de onlara verilir. Bir özürden dolayı ramazanda oruç tutmayanlar da, nisap miktarı mal veya paraya sahip iseler fitrelerini vermekle yükümlüdürler.
    Varlıklı müslümanlar fitre vermek suretiyle fakirlere bayram sevincini tattırırlar. Böylece, hem borcunu ödemiş, hem de sevap kazanmış olurlar. Fitre vermek, orucun kabul edilmesine, ölümün şiddetinden ve kabir azabından kurtulmaya vesile olur.

Önce Anne

Kur’ân-ı Kerîm’de, "ana-babaya saygı gösterilmesi" emredilen bir çok âyet-i kerîmede (5) anne, öncelik verilerek zikredilmiştir. Bu öncelik, annenin babadan daha saygıdeğer olduğuna dikkati çekmektedir. 

Bir gün Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz’e bir kimse geldi ve: 

"Benim kendisine hizmet ve ülfet etmeme, insanlar içinde en lâyık ve en çok hakkı olan kimdir?" diye sordu. 

Rasûlullâh (s.a.v.): 

"Anandır." buyurdular. O zât: 

"Sonra kimdir?" dedi. Rasûlullâh (s.a.v.) yine: 

"Anandır." buyurdular. O zât tekrar: 

"Sonra kimdir?" deyince, Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz tekrar: 

"Anandır." buyurdular. O zât yine: 

"Sonra kimdir?" diye sorunca, Rasûlullâh (s.a.v.) bu sefer: 

"Babandır." karşılığını verdiler. (6) Bu hadîs-i şerîf de, annenin evlâd üzerinde babaya nisbetle üç misli iyilik ve ihsân hakkı olduğunu açıkça ifâde eder. 

Veysel Karanî Hazretleri, ihtiyâr, âmâ ve hasta annesine hizmeti sebebiyle, her ne kadar Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’i göremediyse de O’nun eşsiz lutuf ve ihsânlarına nâil olmuştur. 

İslâm hukûkuna göre, bir kişinin, ana ve babasından yalnız birisinin nafakasını sağlamaya gücü yetse, annesinin nafakasına öncelik tanınır.

Evlâd üzerinde elbette babanın da hakları vardır. Çocuğunun ihtiyaçlarının karşılanmasında büyük fedâkârlıkları bulunmaktadır. Doğumda annenin karşılaştığı sıkıntılara o da ortak olmuştur. Hadîs-i şerîfte, babanın evlâdı üzerindeki hakları şöyle açıklanmıştır: 

"Hiçbir evlâd babasının hakkını ödeyemez. Ancak; babasını köle olarak bulur, satın alır ve âzâd ederse, bu durum müstesnâdır." 

Muhammed Bahâeddîn Nakşibend (k.s.) Hazretleri, bir vasiyetinde şöyle buyurur: 

"Benim kabrimi ziyâret etmek isteyenler, evvelâ annemin kabrini ziyâret etsinler, sonra da benimkini.." 

Hz. HÛD (a.s)

Kur'an-ı Kerim'de kıssası geçen peygamberlerden biri. Ad kavmine gelen Allah'ın rasülü A'raf, Hûd, Şuara ve Ahkaf surelerinde kendisinden bahsedilmektedir.
    Ad kavmine gönderilmiştir ki, Kur'an dışında diğer mukaddes kitaplarda bu kavimden sözedilmemektedir. (Abdulvahhab en-Neccar, Kasasu'l-Enbiya, Beyrut, ty., s. 49). Ad kavmi Hz. Nûh tufanından sonra putperestliğe dönen ilk kavimdir (İbn Kesîr, Kasasu'l-Enbiya, Beyrut 1982, l, 149)
    Hûd (a.s), Ad kavmi içinde soyu sopu şerefli bir kişiydi. Peygamberlikten önce ticaretle uğraşırdı, Hûd (a.s) orta boylu, esmer tenli, gür saçlı, güzel yüzlü idi. Adem (a.s)'a benzerdi. Zahid, muttakî ve ibadete düşkün idi. Cömert ve şefkatli idi; yoksullara bol bol sadaka verirdi (Hakim, el-Müstedrek, l, 563).
    Ad kavmi Arabu'l-aribe denilen Arabistan yarımadasına ilk yerleşen kavimlerdendir. Hadramevt'e ve Yemen'e kadar uzanan yurtlarda oturan bu kavmin yurtları otu, suyu, ve çeşitli nimetleri bol olan bir yerdi. Yerin üzerinden akan ırmakları, bağları, bahçeleri, sürü sürü davarları (eş-Şuara, 26/133, 134) yer altında da, su depoları ve köşkleri vardı (eş-Şuara, 26/129). Başkalarına nazaran onlara boy pos, güç ve kuvvet verilmişti.
    Allahu Teala, Âd kavmine, Peygamber olarak Hûd (a.s)'ı gönderdi. O da kavmini bir ve tek olan Allah'a iman ve ibadete, insanlara zulmetmekten vazgeçmeğe davet etti ise de, red ve tekzib ile karşılandı. Bunun üzerine, Allahu Teala onlardan üç yıl yağmuru kesti.
    Onlar yağmur için Mekke'ye bir heyet gönderdiler. Allah, yağmur bekledikleri halde bir kasırga ile onları helak etti.
    Hz. Peygamberimiz (s.a.s) veda haccında, Usfan vadisine vardığı zaman, Hz. Ebu Bekr'e: "Ey Eba Bekr! Bu hangi vadidir" diye sormuş. 'Hz. Ebu Bekir "Usfan vadisidir" diye cevaplayınca: Hz. Peygamber (s.a.s) Hûd (a.s)'un, beline aba tutunmuş, belinden yukarısını alacalı bir kumaş ile bürümüş, genç ve kızıl, yuları hurma liflerinden örülmüş dişi bir deve üzerinde, hac için buradan telbiye ederek geçmiş olduğunu haber vermiştir (Ahmed b. Hanbel, l, 232). Ad kavmi helak olunca Hz. Hûd kendisine inananlar ile beraber Mekke'ye gelmiş ve vefat edinceye kadar orada kalmıştır.
    Ad kavminin, Hz. Hûd'a karşı çıkarken ileri sürdükleri itirazlar, diğer Peygamberlere karşı muarızlarının ileri sürdükleri itirazların aynıdır. Hatta günümüz münkirlerinin de itirazları aynı türdendir. Ona itirazda baş çekenler de, diğer peygamberlere itiraz gibi kavmin ileri gelenleridir. İtirazın temelinde ise, dönmekte olan çıkar çarklarının devam etmesi vardır. Hz. Hûd'a yaptıkları itirazlarını şu maddelerde özetlemek mümkündür;
    a- Hz. Hüd'u beyinsizlik ve sapıklıkla itham etmek:
    "Kavminden ileri gelenler dediler ki: Biz seni açık bir sapıklık içinde görüyoruz" (el-A'raf, 7/60).
    "Kavminden ileri gelen inkarcılar dediler ki; biz seni bir beyinsizlik içinde görüyoruz ve biz seni yalancılardan sanıyoruz" (el-A'raf, 7/66). 
    b- Atalar dinine bağlılık:
    "Dediler ki: demek sen, tek Allah'a kulluk edelim ve atalarımızın taptıklarını bırakalım diye mi bize geldin" (el-A'raf, 7/70). "Dediler: sen bizi tanrılarımızdan çevirmek için mi geldin?" (el-Ahkaf, 46/22).
    c- Kendilerinin güçlü kuvvetli olduklarını söyleyip Hz. Hûd tarafından gelebilecek bir zararın olamıyacağını ileri sürmeleri:
    "Ad kavmi, yeryüzünde haksız olarak büyüklük tasladılar ve; bizden daha kuvvetli kim var? dediler" (el-Fussilet, 41/15).
    d- Ahireti inkar etmeleri ve hayatın sadece dünya hayatından ibaret olduğunu ileri sürmeleri:
    "Ne ise hep bu dünya hayatımızdır; ölürüz ve yaşarız (bir kısmımız ölürken bir kısmımız doğar). Biz öldükten sonra diriltecek değiliz" (el-Mü'minün, 23/37). 
    e- Hz. Hûd'u küçümsemeleri:
    "Kavminden, kendilerine dünya hayatında bol nimet verdiğimiz o inkar eden ve ahiret hayatına kavuşmayı
yalanlayan eşraf takımı dedi ki; bu da sizin gibi bir insandan başka birşey değildir. Sizin yediğinizden yiyor, sizin içtiğinizden içiyor. Eğer sizin gibi bir insana itaat ederseniz o takdirde siz, mutlaka ziyana uğrayanlardan olursunuz" (el-Mü'minün, 23/33-34).
    Onların bu itiraz ve tavırlarına karşı Hz. Hûd'un takındığı tavır şöyle idi:
    "Ey kavmim. Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka ilahınız yoktur. (O'na karşı gelmekten) sakınmaz mısın?" "Ey kavmim, bende bir sapıklık yok; ben alemlerin Rabbı tarafından gönderilmiş bir elçiyim. Size Rabbimin gönderdiği gerçekleri duyuruyorum, size öğüt veriyorum ve Allah tarafından, sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum" (el-A'raf, 7/65, 67, 71, 72). "Ey kavmim, Allah'a kulluk edin, O'ndan başka ilahınız yoktur. Siz (putları Allah'a ortak koşmakla sadece iftira ediyorsunuz. Ey kavmim, ben sizden bunun için bir ücret istemiyorum. Benim ücretim beni yaratana aittir. Aklınızı kullanmıyor musunuz? Ey kavmim Rabbinizden mağfiret dileyin, sonra O'na tevbe edin (O'na yönelin)ki gökten üzerinize bol bol rahmet göndersin, kuvvetinize kuvvet katsın, Suç isteyerek (Allah'tan) yüz çevirmeyin" (Hûd, II/50-52). Geçmiş peygamberlerin ve kavimlerin kıssalarını Kur'an'da zikredilmesi inananların ibret almaları içindir. Geçmiş peygamberlerin her tavrı müslümanlar için de takip edilecek bir yoldur. Meseleye bu yönden baktığımızda Hz. Hûd kıssasından alınacak ibretleri de şu şekilde özetlememiz mümkündür:
    Hz. Hûd, Allah yoluna samimiyetle sarılmış vakur bir kişidir. Söyleyeceğini, ölçüp tarttıktan sonra söylemektedir. Kötülüğe, kötülükle karşı koymadığı, gibi yumuşak davranmaktadır. Kavmi kendisini beyinsizlikle itham ederken, kendisinin beyinsiz olmadığını, onları uyarmak üzere Allah tarafından gönderilmiş bir elçi olduğunu söylemekle yetinmektedir. Allah'ın üzerlerindeki nimetlerini kendilerine hatırlatmakta ve bu nimetlere şükretmiş olmaları için Allah'ın emirlerine riayet etmeleri gerektiğini anlatmaktadır, bundan dolayı onlardan bir ücret istemediğini özellikle belirtmektedir.

KAYNAK: ŞİMŞEK, M. Sait; Şamil İslam Ansiklopedisi, Akit Gazetesi Yayını, C.III, S. 311-312

Hz. İSHAK (a.s)

İbrahim (a.s)'ın Hz. Sâre'den doğan ikinci oğlu. 
    Hz. Sare'nin çocuğu olmadığı için kocasına cariyesi Hacer'i hediye etmiştir. Hz. Hacer Hz. İsmail'i doğurunca, Hz. Sare üzülmüştür. Hz. İbrahim yüz yirmi yaşında Hz. Sâre doksan yaşında iken Allah'ın bir lütfü ve mucizesi olarak İshak (a.s) doğmuştur (bk. Hakim, Müstedrek, 11, 556).
Kur'an-ı Kerim'de bu olay şöyle anlatılır: "And olsun ki, elçilerimiz İbrahim'e müjde ile gelip; "Selam", dediler. O da "Selam" dedi ve eğlenmeden gidip kızartılmış bir buzağı getirdi. Onların ellerinin buna uzanmadığını görünce hoşlanmadı ve kalbine bir korku geldi. Onlar "korkma biz lut kavmine gönderildik" dediler. İbrahim'in ayakta duran zevcesi güldü. Biz de ona İshak'ı ardından da torunu Yakub'u müjdeledik. Kadın "vay, kendim koca bir karı,
şu zevcimde bir ihtiyar iken ben mi doğuracakmışım? Bu doğrusu pek şaşılacak bir iş" dedi. Melekler "ey evin hanımı, Allah'ın rahmeti ve bereketleri üzerinize olmuşken, nasıl Allah'ın işine şaşacaksın. O Hamid ve Meciddir" dediler" (Hud, 11 /73).
    İshak (a.s)'ın tarih kitaplarında anlatılan şemaili şöyledir. Uzun boylu, kara gözlü, buğday benizli, yüzü güzel,
konuşması düzgün, saçı, sakalı bembeyazdı. Siret ve sureti babası İbrahim (a.s)'a benzerdi (Hakim, Müstedrek, 11, 557). Hz. İshak'ın Yakub ve 'Ays adında iki oğlu olmuştur. Yakub (a.s) daha güzel yüzlü, daha düzgün konuşmalı ve zarafet ve güzelliği daha çok olandı. Ays, Rumların yaşadığı bölgede ikamet etmişti (Hakim, Müstedrek, 11, 557).
    İshak (a.s) Kur'an-ı Kerim'de de övülmüştür: "Ey Muhammed; güçlü ve anlayışlı olan kullarımız İbrahim, İshak ve Yakub'u da an! Biz onları ahiret yurdunu düşünen samimi kimseler kıldık. Doğrusu onlar bizim yanımızda seçkin, iyi kimselerdir" (Sâd, 38/45-47). İshak (a.s) babasının ölümünden sonra Sam bölgesine peygamber olarak vazifelendirilmiş, Allah'u Teala onu seçkin ve hayırlı bir insan eylemiştir.
    "İbrahim'e salihlerden bir peygamber olmak üzere de İshak'ı müjdeledik. Hem ona hem de İshak'a feyz ve bereketler verdik. Her ikisinin neslinden iyi hareket edeni de vardır, nefsine apaçık zulmedeni de vardır" (es-Saffat, 37/112, 113)
    Hz. İshak rivayete göre yüzaltmış yaşlarında bu günkü Filistin'in bulunduğu bölgede Kudüs yakınlarında vefat etmiş, babası İbrahim (a.s)'ın Mezradaki kabrinin yanına defnedilmiştir. (İbnu'l-Esîr el-Kâmil fi't- Tarih, 1, 127).

KAYNAK: YÜCEL, Abdullah; Şamil İslam Ansiklopedisi, Akit Gazetesi Yayını, C.IV, S.128-129

Hz. İSMAİL (a.s.)

Kur'an-ı Kerîm'de adı zikredilen peygamberlerden. Kendisine "Allah'ın kurbanı" anlamına "Zebihatullah" da denir. Hz. İbrahim'in Hacer'den olan büyük oğludur. Kur'an'da on iki yerde ismi zikredilmekte ve aynı zamanda kendisine vahiy indiği bildirilmektedir (el-Bakara, 2/136; Alu İmran, 3/84; en-Nisa, 4/163). Hz. İsmail (a.s)'ın bir Resul ve Nebi olduğu, ümmetine Allah'ın emirlerinden olan namaz, zekat gibi emirleri bildirdiği anlatılmaktadır. Aynı şekilde Hz. İbrahim ve Hz. İshak ile birlikte Hz. Ya'kub (a.s)'ın ecdadından birisi olduğu (el-Bakara, 2/133) ve İsmail (a.s)'ın babası İbrahim (a.s) ile birlikte Kabe'nin temelini yükselten ve O'nun temizliğinden sorumlu kimseler olarak anlatıldığı görülmektedir (el-Bakara, 2/125 ve 127).
    Hz. İsmail Mekke'ye yerleşen Cürhümîlerin çocukları ile büyümüş ve onlardan ok atıcılığını öğrenmiştir. Eslem kabilesinden bir grup, yarış için ok atışırken, Hz. Peygamber (s.a.s) onlara şöyle demiştir: "Ey İsmail oğulları! Ok atınız, sizin atanız da mahir bir ok atıcı idi" (Buhari, Enbiya, 12). Hz. İsmail iyi bir atıcı ve avcıydı. Mekke'nin harem bölgesinin dışına çıkarak avlanır ve avlanmayı, ata binmeyi, yabani atları ehlileştirip binmeyi çok severdi. Peygamber (s.a.s) "At edininiz! Onu miras olarak alın ve miras olarak bırakınız! Çünkü bu size babanız İsmail'in mirasıdır" (Ebu'l-Fida, el-Bidaye ve'n-Nihaye, l, 192) buyurmuştur. Hz. İsmail Arap dilini çok güzel konuşan fasih bir insandı.
    Hz. İbrahim Allah Teala'nın emriyle hanımı Hacer ve oğlu İsmail'i Filistin'den alıp Hicaz'a götürdü. Hz. İsmail henüz sütte idi. Kabe'nin daha sonra inşa edildiği yere yakın bir yerde büyük bir ağacın yanına bıraktı. Yanlarına bir dağarcık hurma ve biraz su koydu. O zamanlar henüz Mekke şehri kurulmamıştı, her taraf ıssızdı. Hatta su da yoktu.
    Hz. ibrahim dönüp giderken Hacer, "Ey İbrahim, bizi bu ıssız ve kimsesiz vadide bırakıp da nereye gidiyorsun?" dedi. Hacer tekrar, "Ey İbrahim! Bizi burada bırakmanı sana Allah mı, emretti?" diye seslendi. Hz. İbrahim, "Evet Allah emretti" deyince, Hacer, "Öyleyse Allah bize yeter, bizi o korur" diyerek Allah'a tevekkül etti. İbrahim Seniye mevkiine gelince Kabe'nin bulunduğu tarafa yönelerek şöyle dua etmiştir: "Ey Rabbimiz, ben zürriyetimden bir kısmını senin mukaddes olan evinin yanında ekin bitmez bir vadiye yerleştirdim. Şunun için ki, Rabbimiz (orada) namaz (ların)'ı dosdoğru kılsınlar. Artık sen insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir ve kendilerini bazı meyvelerle rızıklandır ki (verdiğin nimete) şükretsinler" (İbrahim, 14/37).
    Aradan günler geçti. Yanlarındaki su ve hurma bitti. Etrafta kimseler yoktu, çocuk susuzluktan ağlıyordu. 
    Hacer su aramaya başladı. Safa tepesine çıktı, etrafa baktı kimseyi göremedi. İndi; koşarak Merve'ye geldi;
etrafına bakındı, kimseyi görmedi. Bir yudum su bulmak içinn Safa ile Merve arasındaki bu gidiş gelişi yedi defa tekrar etti. Yedinci defa Merve'ye çıktığında şimdiki Zemzem kuyusunun bulunduğu yerde bir melek gördü. Ayağının ökçesiyle yeri eşiyordu. Oradan su çıkmıştı. Diğer bir rivayete göre çocuk ayağı ile (veya eli ile) kumları eşelemeye başlamış ve oradan bir su çıkmıştır. Hacer gelip kana kana içti, çocuğuna da içirdi.
    Hz. Hacer su boşa akmasın diye gölet yapıp suyu muhafaza etmeye çalışıyor, bir yandan da avuçlarıyla kırbasını dolduruyordu. Hz. Peygamber (s.a.s) bunu şöyle anlatmıştır: "Allah İsmail'in annesi Hacer'e rahmet eylesin! Eğer o Zemzem'i kendi haline bıraksaydı da, suyu avuçlamasaydı, muhakkak ki Zemzem akar bir kaynak olurdu" (Buharî, Enbiya, 9).
    Hz. Hacer'in suyu bulmasından sonra Mekke vadisinden geçen Cürhümîlerden bir grup vadinin üstünde bir kuş gördüler. Bu kuşun su olan yerde uçtuğunu bilen Cürhümîler daha önce bu vadide bir su kaynağı yoktu. Acaba, yeni bir su kaynağı mı bulundu diye içlerinden birisini kontrol için gönderdiler. Suyu haber alınca, gelip su başına yerleşmek için Hz. Hacer'den izin istediler. Suda bir hak iddia etmemek şartıyla Hz. Hacer onlara izin verdi. Hz. İsmail fasih arapçayı bunlardan öğrendi, gençlik yaşına gelince Cürhümîler içlerinden bir kızla Hz. İsmail'i evlendirdiler. Bu evlilikten sonra Hz. Hacer vefat etti.
    Hz. İbrahim oğlunun durumunu kontrol için Mekke'ye geldi. Hz. İsmail'in evine geldiğinde onu evde bulamadı. Hz. İsmail'in hanımı ile aralarında şu konuşma geçti: "İsmail nerede?" diye sordu. Hz. İsmail'in hanımı; "Rızık temin etmek için ava gitti" dedi. "Geçiminiz nasıl?" diye sordu. "Darlık içindeyiz, durumumuz kötü" diye cevapladı. Hz. İbrahim; "Kocan geldiğinde selam söyle, kapısının eşiğini değiştirsin" dedi ve gitti. İsmail avdan dönünce hanımıyla aralarında şu konuşma geçti. İsmail (a.s): "Evimize gelen oldu mu?" "Evet, yaşlı bir adam geldi, seni sordu, cevap verdim. Geçimimizi sordu "darlık içindeyiz" dedim". Hz. İsmail, "sana bir şey tenbih etti mi?" dedi. Kadın, "Sana selam söylememi istedi ve "kapının eşiğini değiştirsin" diye tenbih etti" dedi. İsmail (a.s) durumu anladı ve: "O gelen ihtiyar babamdı. Senden ayrılmamı istiyor, artık evine dön dedi."
    Böylece İsmail ilk eşinden boşandı. Bir müddet sonra Cürhümîlerden başka bir kızla evlendi.
    İbrahim (a.s) Mekke'ye geldi. Yine İsmail (a.s) ava gitmişti. Hanımıyla aralarında yukarıdakine benzer şekilde bir konuşma geçti. Ancak kadın geçimlerinin ve kocasının iyi olduğunu söyledi. Daha sonra İbrahim: "Kocan geldiğinde ona selam söyle, kapısının eşiğini güzel tutsun" dedi.
    İsmail avdan gelince hanımı olanları anlattı. İsmail: "O babamdı. Sen de evimin eşiğisin. Seni hoş tutmamı emrediyor" (Buharî, Enbiya, 9) dedi.
    Hz. İbrahim zaman zaman Şam'dan gelip oğlunu ve hanımı Hacer'i ziyaret ederdi. Bir defa rüyasında oğlu İsmail'i kurban ettiğini görmüştü. Rüya üç gece aynen tekerrür edince Hz. İbrahim durumunu oğluna açıp: "Ey oğulcuğum, rüyamda seni kurban ettiğimi gördüm, buna ne dersin? dedi. Hz. İsmail; "Babacığım, emrolunduğun şeyi yap, İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın, diye cevap verdi" (es-Saffat, 37/102).
    Hz. İbrahim ve İsmail'in bu teslimiyetini Allah mükafatlandırdı. İsmail'in yerine büyük bir kurbanlık verdi (es-Saffat, 37/107).
    Ancak Yahudiler Hz. İbrahim (a.s)'ın kurban ettiği oğlunun Hz. İsmail değil Hz. İshak olduğunu iddia ederler
(bk. Ali el-Muttekî el-Hindî, Kenzu'l Ummâl, XI, 490).
    Bu konuda bazı zayıf rivayetler varsa da Yahudilerin bu iddialarının asıl sebebi kıskançlıklarıdır. Halife Hz. Ömer b. Abdülaziz müslüman olan bir Yahudi alimine "Hz. İbrahim'in hangi oğlunu kurban etmesi emrolundu?" diye sormuştu. Bu zat şöyle dedi: "Vallahi, Allah İsmail'in kesilmesini emretmişti. Bunu Yahudiler de bilirler. Ancak Yahudiler Arapları kıskanırlar. Babanız İsmail'in kurban edilmesi hakkındaki ilahi emre boyun eğişi ve sabrının Allah tarafından övülmesini çekemezler de bu fazileti kendi ataları olan İshak (a.s)'a vermek isterler" (Taberî, Tarih, l, 138,139).
    Hz. İbrahim'in Mekke'ye yaptığı bir sefer sırasında Allah tarafından Kabe'yi yapması emredilmişti. Oğlu ismail ile birlikte Kabe'yi yaptılar (el-Bakara, 2/127; el-Haçc, 22/26-27). İsmail (a.s) taş getiriyor, İbrahim (a.s) duvar örüyordu.
    Babasının vefatından sonra Hz. İsmail, Hicaz halkına peygamber oldu. Bu husus Kur'an-ı Kerîm'de: "Kitap (Kur'an) da İsmail (a.s)'ı de an ki O, va'dinde sadık rasul ve nebî idi. O ehli (kavmi)ne namaz ve zekatla emrederdi ve O Rabbi Teala'nın yanında (söz ve hareketleriyle) makbul idi" (Meryem, 19/55-56) buyurulur.
    Nakledildiğine göre Hz. İsmail babasının vefatından kırk yıl sonra 137 yaşında vefat etmiş ve Hacer'in Hicr'deki kabrinin yanına defnedilmiştir. Arapların el-Musta'rebe grubu Hz. İsmail (a.s)'ın oğullarından çoğalmış olup, bunların kökü Adnan'a dayanır.
    Hz. İsmail'in kabri Harem'deki Hicr denilen yerdedir (Ali el-Muttekî el-Hindi, Kenzu'l-Ummal, XI, 490).

KAYNAK: YÜCEL, Abdullah; Şamil İslam Ansiklopedisi, Akit Gazetesi Yayını, C.IV, S.148-150